"Abi Namaza Kalkmıyor musun?"
Hasan gitti; son sözü namaz oldu. Son nefesini verdiği ev, bir öğrenci eviydi. Namaz kılınan, namaza kalkılan bir öğrenci evi… Kaldığı rahat ortamı terk edip, “namaza kalkılsın” diye bu eve yerleşmişti. Kaldığı süre içinde hep namaza kaldırdı.
ir Hasan tanıdım. Yirmisinde, daha bıyıkları yeni terlemeye başlamışken bizi bırakıp gitti. Yılın son gününün sabahı “abi namaza kalkmıyor musun?” dedikten sonra karşımdaki çekyata uzandı ve bir daha kalkmadı. Kalkamadı çünkü. Yılın son günü akşamı, götürüldüğü hastane yolunda son nefesini verene kadar da gözünü açamadı. Bir tek kelime daha edemedi.
Ağzından çıkan son sözler bu oldu işte:
“Abi namaza kalkmıyor musun?”
Hasan gitti; son sözü namaza çağrı oldu.
Bir gece önce ne güzel şiirler okumuştuk beraber.
Yüreğimiz “Ey Sevgili… En Sevgili… Uzatma dünya sürgünümü benim…” diye birlikte açılmıştı göklere.
Bilemediğimiz, anlayamadığımız ürpertiler sarmıştı dört bir yanımızı. Salon da bizimle ürpermişti, ev de… Sokak da ürpermişti bizimle semt de… Muhtemeldir ki koca şehir de…
Biz “Ey Sevgili… En Sevgili… Uzatma dünya sürgünümü benim…” diye tekrar ettikçe bilemediğimiz, anlayamadığımız bir şey etrafımızı kuşatıvermişti sanki. O, yüreğimizi sanki gökleri alacak kadar genişleten tuhaf ve fakat huzurlu his neyin nesiydi? Neydi, gece yarılarına kadar hepimizi aynı şiirlerin, ilahilerin ve sözlerin arkasına takıp götüren, bizi sanki göklerde dolaştıran, seyran ettiren o ilginç tecrübe neydi?
Hiç bilemedik.
Bilebildiğimiz kendimize geldiğimizde Hasan`ın yanımızda olmayışıydı. Bir de şu belki: İçimizde bir tek O`nun duası kabul olmuştu. Yüreğimizden şimşek gibi fırlayan niyazlardan, bir tek Hasanınki ulaşmıştı ulaşması gereken yere.
Hasan gitti; son sözü namaz oldu. Son nefesini verdiği ev, bir öğrenci eviydi. Namaz kılınan, namaza kalkılan bir öğrenci evi… Kaldığı rahat ortamı terk edip, “namaza kalkılsın” diye bu eve yerleşmişti. Kaldığı süre içinde hep namaza kaldırdı. Son gün, giderken yaptığı iş de bu oldu. Bir gece evvel, uzayan şiir meclisinin olduğu salonda misafir ettiği ağabeyinin başına gelip o güleç yüzü ile geldi ve namaza davet etti:
“Abi namaza kalkmıyor musun?”
Hasan bizi bıraktı gitti. Ama aradan geçen 15 senede “Hasan” dediğimizde yüreğimizin kabarışı hiç bitmedi. O gitti ama bize şunu öğretti: Bu dünya bir sürgün yeridir. Biz biliyoruz ki içimizden bazılarının garipliği, içimizde duramayacakları kadar aşikârdır. Yaşadıkları, yaşar gibidir. Söyledikleri, söyler gibidir. Baktıkları, bakar gibidir. Halleri, duruşları, sözleri ve tavırları o kadar sılaya aittir ki buraların havasına hiç alışamamışlardır. Sanki onlar sadece gelmek için gelirler; sadece gözükmek ve görünmek için yaşarlar. Nereden düştüklerini anlamadıkları bir cangılın ortasında garip garip bakarlarken etraflarına, birden yukarıya çağrılıverirler.
Hepimiz bir liyakat kesbetme, bir “layık olma” imtihanı veriyoruz. Hasan bu imtihanı çabuk verdi. Bizler, hayata böyle sımsıkı yapışmış, hiç gitmeyecekmiş gibi yaşayan bizler imtihanımızı nasıl vereceğiz? Şurası gerçek ki hayatımızı sürgünümüz olarak görmemiz gerektiğini anlayacağımız ana kadar imtihanımız devam edecek. O ana kadar “en sevgiliye” layık olamayacağız. Ya bu an hiç gelmeden zamanımız tükenirse ne yapacağız peki? Bizi, heybemizi dolduramadan, layık olamadan, adam olamadan çağırırlarsa ne yapacağız?
Ne kadar yaşarsak yaşayalım, kavuşulacak olana hasret duymadan gidersek yazık edeceğiz. Kalbimizi yoklayalım. Buralarla yetinerek yaşamanın, her şeyi buralardan, bu zamanlardan ve bu insanlardan ibaret görmenin nasipsizliği sermayemiz olmasın.
Hasan gitti ama sesi bende çınlıyor:
“Abi namaza kalkmıyor musun?”
Ah nefsim, kalkmıyor musun, hala uyuyor musun?
Bak namaz geçiyor, ömür geçiyor, “layık olmak” imtihanı bitiyor, sen hala ne diye oyalanıyorsun?
Haydi, namaza kalkmıyor musun?
Mehmet Lütfi Arslan'ın Yazısı.