İnsan, ilâhî azamet ve kudret akışlarının sayısız nakşı ile donatılmış bu âlemde ilâhî sanatın zirvesi olarak yaratılmış, bu yaratılışın şükrânesi ve “Hakk’a vuslat”ın temini için de ibadetlerle mükellef kılınmıştır.

İbadetler, insanoğlunu ölüm ötesinin kaygı ve endişelerinden âzâd edebilecek en müessir şifâ, huzur ve tesellî kaynağıdır. Gönüldeki rûhâniyetin artmasına bir vesiledir. Kulun ezelde Rabbine verdiği söze sâdık kaldığını gösteren bir vefâ nişânesidir.

Bu ibadetler arasında namazın ise çok ayrı bir yeri vardır. Zira namaz dînin direği, mü’minin mîrâcıdır. Cenâb-ı Hak, kulunu dostluğuna dâvet ederek şöyle buyurur:

“…Secde et ve yaklaş!” (el-Alak, 19)

İctimâîleşmek, mü’minin en mühim vazifelerinden biridir. Zira İslâm, ferdiyetçiliği reddeder. Müslümanın ilk ictimâî vazifesi de cemaatle namaz kılmaktan başlar. Namazın her rekâtında okuduğumuz:

“(Rabbimiz!) Ancak Sana kulluk ederiz ve yalnız Sen’den medet umarız.” (el-Fâtiha, 5) âyet-i kerîmesinde Mevlâmız, bize günde en az kırk defa, cemaat hâlinde olmamızı telkîn buyurmaktadır. Cenâb-ı Hak bu ictimâîleşmeye mukâbil de kuluna, rivâyetlere göre yirmi beş veya yirmi yedi misli ecir nasîb etmektedir.

Tevhîd üzerine binâ edilen İslâm toplumunda birlik ve beraberlik duygusunu perçinleyen en mühim sâlih amel, cemaatle namazdır. Nerede cemaatle namaz kılınıyorsa, orada İslâm’ın rûhî ve ictimâî yapısı idrâk edilmeye başlanmış demektir.

Namazdan uzaklaşmak, Cehennem’e yaklaşmaktır. Nitekim âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulmaktadır:

“(Cennet’tekiler, günahkârlara:) «–Sizi şu yakıcı ateşe sokan nedir?» diye uzaktan uzağa (hayret ve dehşetle) sorarlar. Onlar şöyle cevap verirler:

«–Biz namaz kılanlardan değildik, (Namaz, dînin direğidir.)

–Yoksulu doyurmuyorduk, (Merhamet bir müslümanın en fârik vasfıdır.)

–(Bâtıla) dalanlarla birlikte dalıyorduk, (Bugün televizyon, internet, moda vs. insanı gaflete götüren en büyük müessirlerdir.)

–Cezâ gününü de yalan sayıyorduk. (Âhiret endişesi taşımayan bir gönül, Hak’tan uzaklaşarak günâha meyleder. Daldığı her günah da, o gönlü karanlık bir zindana döndürür.)

Sonunda bize ölüm geldi çattı.»” (el-Müddessir, 42-47)

Namaz; Rasûlullah Efendimiz’in gözünün nûru, mîrâcının devamı idi. O, öncelikle farz namazlara karşı son derece hassas davranırdı. Namazlarını hemen ilk vaktinde ve cemaatle kılardı. Nübüvvetin gelmesiyle birlikte hemen namaz da emredilince, daha ilk günden itibâren Hazret-i Hatice ve Hazret-i Ali ile birlikte cemaat oluştururlardı. Namazlarını huzur içinde kılabilmek maksadıyla Mekke’den uzaklaşıp tenha vâdilere gider, namazlarını oralarda edâ ederlerdi.

Allah Rasûlü’nün günleri ve geceleri, farzların hâricinde devam ettiği pek çok nâfile namazla feyizlenmişti. Farzlardan önce ve sonra kıldığı sünnet namazları, geceleri devam ettiği Teheccüd namazı, Güneş’in doğuşundan 45 dakika sonra kıldığı İşrak namazı, Güneş’in harâreti artmaya başlayınca kıldığı Duhâ namazı, akşam namazından sonra kıldığı Evvâbîn namazı, yatmadan evvel kıldığı dört rekât namaz, gün içinde abdest tazeledikçe kıldığı namazlar, her mescide girdiğinde kıldığı Tahiyyetü’l-mescid namazı, Efendimiz’in kalb-i saâdetlerinin dâimâ namaz hâlinde olduğunun bir göstergesidir.

Yine Fahr-i Kâinât Efendimiz, sefere çıkarken ve yolculuk esnâsında devesinin üzerinde uzun uzun nâfile namaz kılar, dönünce de yine evvelâ mescide uğrayıp iki rekât namaz kıldıktan sonra hâne-i saâdetine giderdi.

Rasûlullah Efendimiz, sevindiğinde, güzel bir haber aldığında veya duâsı kabûl edildiğinde, Allâh’ın bu ihsânına şükür için secdeye kapanır ve namaz kılardı.1 Kur’ân-ı Kerîm’de secdeden bahseden bir âyet-i kerîme okuyunca hemen secdeye varırdı. Üzücü bir şeyle karşılaştığında veya kederlendiğinde; “Ey îmân edenler, namaz ve sabırla Allah’tan yardım isteyin!..” (el-Bakara, 153) emrine imtisâlen yine namaz ile tesellî bulurdu.2 Güneş ve Ay tutulması, zelzele gibi fevkalâde hâdiseler, yani ilâhî azametin müstesnâ tecellîleri karşısında hemen namaza dururdu.3 Allah’tan bir hâcetini taleb edeceğinde yine namaz kılardı. Kuraklık olduğunda istiskâ namazı kılardı. Bir işe karar vereceği zaman istihâre namazı kılarak Cenâb-ı Hak’tan her işin hayırlısını isterdi. Allah Rasûlü Ramazân-ı Şerîf’te uzun uzun terâvih namazı kılardı.

Rasûlullah Efendimiz, namazlarını ağır ağır, büyük bir huşû ile ve tâdil-i erkâna riâyet ederek kılardı. Kendini tamamen namaza verirdi. O’nu görenler, namazlarının güzelliğini târif etmenin mümkün olmadığını ifade ederlerdi. Namaz kılarken ağlamaktan dolayı göğsünden, zaman zaman kaynayan kazan sesi gibi sesler gelirdi.4

Ebû Hüreyre’den rivayet edildiğine göre, Rasûlullah Efendimiz bir defasında:

“–Size, Allâh’ın kendisiyle günahları yok edip, dereceleri yükselteceği hayırları haber vereyim mi?” buyurmuşlardır. Ashâb:

“–Evet, yâ Rasûlâllah!” diye mukâbelede bulununca Rasûl-i Ekrem Efendimiz:

“–Güçlükler de olsa abdesti güzelce almak, mescidlere doğru çok adım atmak, bir namazı kıldıktan sonra öteki namazı beklemek. İşte ribâtınız, işte bağlanmanız gereken budur.” buyurdular. (Müslim, Tahâret, 41)

Peygamber Efendimiz’in hizmetinde bulunan Ebû Firâs, bir gün O’ndan Cennet’te beraber olabilmeyi isteyince, Efendimiz şöyle buyurmuştur:

“–(Benimle beraber olmak istiyorsan) çok çok secde ederek kendin için bana yardımcı ol!” (Müslim, Salât, 226; Ahmed, III, 500)

Cennet’te bütün peygamberlerin zirvesinde bulunacak Efendimiz’in, Ebû Firâs’a çok çok secde etmesini tavsiye etmesi, namazın Cenâb-ı Hakk’a nasıl yüksek bir yakınlık kazandırdığını gösteren bir misâl olmaktadır. 

Allah Rasûlü’nün ashâbı, namazdan başka amellerden herhangi bir şeyin terkini küfür saymamışlardır. Nitekim Abdullah bin Mes’ûd şöyle demiştir:

“Vallâhi ben, nifâkı bilinen bir münâfıktan başka namazdan geri kalanımız olduğunu görmemişimdir. Allâh’a yemin ederim ki (hasta) bir adam iki kişi arasında ayakta sallanır hâldeyken bile namaza getirilir ve onların iki taraflı desteğiyle safta durdurulurdu.” (Müslim, Mesâcid, 256-257)

Mehmed Âkif’e bir defasında şöyle sormuşlar:

“–Bu ülke ne zaman düzelir?”

Âkif’in cevâbı çok müthiş ve mânidar olmuş:

“–Cuma namazına gelen cemaat, sabah namazına da geldiğinde!..”

Namaz, geçici olarak bulunduğumuz dünya hayatından esas hayat olan âhirete mânevî bir yolculuktur. Günde beş vakit, Cenâb-ı Hakk’a itaat, teslîmiyet, vefâ, sadâkat ve kulluğunu arz etmektir. Kulun bir nevî gurbet diyarı olan dünyada iken ilâhî vuslattan hisse alması kabîlinden bir rûhî disiplindir. Böyle bir rûhî olgunluğa sahip olanlar, hayat yolculuğunda hiç İblis’le yoldaşlık edebilirler mi? Nefsânî arzularının esâreti altına girerler mi? Dünyevî ihtiraslara gönül kaptırabilirler mi?.. 

Tâbiîn neslinin büyük imamlarından Ebû’l-Âliye der ki:

“Biz, kendisinden (hadis) almak için bir kişinin yanına gittiğimizde, önce onun namaz kılışına dikkat ederdik; eğer namazını huşû ile kılarsa; «O, diğer işlerini de güzel yapar.» diyerek yanına otururduk. Namazını huşû ve tâdil-i erkâna riâyet etmeden kılarsa; «Onun diğer işleri de düzgün değildir.» diyerek o hadisi almadan yanından kalkardık.” (Dârimî, Mukaddime, 38/429)

Âyet-i kerîmede buyrulur:

“…Namazı da dosdoğru kıl. Çünkü namaz, insanı hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar…” (el-Ankebût, 45)

Dosdoğru kılınmış makbul bir namaz, kötülük ve hayâ­sızlıktan uzak duran kimsenin kıldığı namazdır. Eğer bir kimse hem namaz kılıyor hem de hak-hukuk çiğneyip Allâh’ı gazaplandıracak cürümlere devam ediyorsa, o, gerçek mânâda namaz kılmıyor demektir. Cenâb-ı Hak, böylesi kimselere hitâben şöyle buyurmaktadır:

“Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki, onlar namazlarını ciddiye almazlar.” (el-Mâûn, 4-5)

Rasûlullâh Efendimiz, namaz mevzuunda çok hassas davranan Abdullah bin Revâha Hazretleri’ni “Kardeşim” hitâbıyla taltif buyurarak şöyle medhetmiştir:

“Allah, kardeşim Abdullah bin Revâha’ya rahmet etsin! Namaz vakti nerede girse, hemen durur ve namazını kılar.” (Heysemî, IX, 316)

Velhâsıl namazı câmide cemaatle kılmaya ehemmiyet göstermek, îmanda sadâkatin bir tezâhürüdür. Nitekim Peygamber Efendimiz:

“Mescidlere devam etmeyi alışkanlık hâline getiren bir adamı gördüğünüz zaman, onun gerçek bir mü’min olduğuna şahitlik ediniz.” buyurmuş ve:

“Allâh’ın mescidlerini ancak Allâh’a ve âhiret gününe îmân eden, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren ve Allah’tan başkasından korkmayan kimseler îmar eder. İşte doğru yola ermişlerden olması umulanlar bunlardır.” (et-Tevbe, 18) âyet-i kerîmesini okumuştur. (Tirmizî, Îmân, 8/2617)

Buradaki îmardan kasıt, hem mescidin binâsını inşâ etmek, hem de cemaatle câmiyi ihyâ etmektir. 

Hazret-i Ömer’i bir mecûsî mızrakla yaralamıştı. Devamlı bir sûrette kan kaybediyordu. Bir müddet sonra kendinden geçti ve bayıldı. Bu bir ölüm baygınlığıydı. Fakat namaz vakitleri girdiğinde kulağına eğilip:

“–Namaz yâ Ömer, namaz!” denildiğinde Ömer, hayret verici bir irâdeyle ayılıyor ve o hâliyle namazını edâ ederek:

“–Namazı olmayanın İslâm’da yeri yoktur!” deyip tekrar kendinden geçiyordu.

Rabbimiz bizlere namazı sevdirsin. Onu gerçek mânâda, kalp ve beden âhengi içerisinde kılanlardan olabilmeyi lûtf u keremiyle cümlemize ihsân buyursun…

Âmîn…


Dipnot:

1- Bkz. Ebû Dâvûd, Cihâd, 162/2774-2775; İbn-i Mâce, Salât, 192.

2- Bkz. Müslim, Zikir, 83; Ebû Dâvûd, Tatavvu’, 22/1319.

3- Bkz. Buhârî, Küsûf, 2-4; İbn-i Hibbân, Sahîh, VII, 68, 100. İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, II, 220.

4- Ebû Dâvûd, Salât, 156-157/904; Nesâî, Sehv, 18.


Osman Nuri Topbaş'ın Yazısı.