Şam’ı, Halep’i şimdiye kadar tanımadığımıza hayıflanmak beyhude. Biz öz ülkemiz olan Diyarbakır’dan bile bihaberiz de farkında değiliz. Diyarbakır’ı veya diğer doğu şehirlerimizi.. Tanımadığımız için de ön yargılıyız. Ön yargılı olduğumuz için de meselelerimizi çözemiyoruz. 

Diyarbakır denince aklınıza ne geliyor? Diyarbakırlı değilseniz veya burayı yakından tanıma imkanı bulamamışsanız, cevaplarınız üç aşağı beş yukarı bellidir.

Öncelikle, terör olaylarının merkezi oluşudur, aklınıza gelecek olan. Bitip tükenmek bilmeyen, onlarca yıldır bölge insanı başta olmak üzere bu ülkenin insanını perişan eden terör olayları.. O kadar ki, terörle bu şehrin adı özdeşleşmiş gibidir.

Sonra kışkırtılmış çocuklar gelir aklınıza. Sağa sola saldıran kırıp döken zavallı çocuklar.. Karşılarında kimi zaman ne yapacaklarını kestiremeyen polisler..

Malum örgütün siyasi ayağı olan partinin garip çıkışları bazen.. Çoğu zaman da örgüt lehine düzenlenen ancak halkı canından bezdiren gösteriler, protestolar..

Bir de kapkaç olayları.. Halkın korkulu rüyası.. Ne zaman nerede sizi avlayacakları kestirilemeyen işsiz güçsüz çocuklar..

Gaffar Okan da bir çağrışım yapıyor olabilir zihninizde. Halkın çok sevdiği, evlatları gibi bağırlarına bastığı Gaffar ağabeyleri.. Derin güçlerin bu yakınlığa tahammül edemeyip çareyi şehit etmekte buldukları baba insan…

Doğrusu bundan beş yıl öncesine kadar benim düşüncelerim de bunlardı Diyarbakır hakkında. Ama şimdi öyle mi? Kesinlikle hayır!

Benim aklıma önce bu şehrin samimi, cana yakın insanları geliyor artık. İnsanı sıcaklığıyla hemen kuşatan, araya mesafe koymayan, içten pazarlıksız insanları..

Ve misafirperverlikleri, konukseverlikleri, kadirşinaslıkları.. Bu misafirperverlik o kadar üst seviyededir ki, şaşırmadan edemezsiniz. Sizi ağırlamayı bir şeref meselesi olarak telakki ederler. Anadolu’nun belki çoğu yerinde bulamayacağınız bir ilgiyi buranın insanlarında fazlasıyla görebilirsiniz.

Bu bakımdan, Hakan Albayrak’ın şu tespitine bütün varlığımla katılıyorum: “Onun misafiri olmak cennetten bir an yaşamaya benzer. “Benim başım gözüm üstüne” dedi mi, hiç şüpheniz olmasın, başının üstünde gerçekten yeriniz vardır. Kim olursanız olun, nereden geliyor olursanız olun, sizi baş tacı eder. Sizi izzet ve ikrama boğmak için varını-yoğunu ortaya koyar.” (Yeni Şafak, 19.07.2008)

Diyarbakır denince benim aklıma bu şehrin dini bütün Müslümanları gelir. Ezan “Allahü Ekber” der demez, seccadesinde namaza duran.. Geceleri ibadetle geçirip, Ümmet-i Muhammed’in kurtuluşu için dualar eden.. Üç aylarda o kavurucu sıcakta oruç tutmak için can atan.. Elinden Kur’an, dilinden tespihat düşmeyen.. Fakire yedirmekten, yardım etmekten sonsuz sevinç duyan.. Akrabalık hukukunu görüp gözeten, akrabasını arayıp soran gelip giden.. İnsana değer veren, değerli olduğunu hissettiren..

Doğrusu, Diyarbakır’ın bugünkü imajından en çok rahatsızlık duyanlar da bu kesimdir.

Diyarbakır’da yüzyıllardır taravetini yitirmeyen bir ilim geleneği de vardır. Anadolu’nun çoğu yerinde tevhid-i tedrisat kanunuyla medreseler kapatılmıştır. Ancak Doğu’da medreseler gizliden gizliye varlığını sürdürmüştür. Bütün baskılara ve yıldırma faaliyetlerine rağmen.. Fırsatını bulduğu anda da tekrar çıkmıştır gün yüzüne. Hâlen klasik usulle Arapça ve İslami ilimler tedrisatı yapan medreseler eksik değildir bu topraklarda. Ve bu yöntemle okumak isteyenlerin uğrak yerlerinin başında gelir Diyarbakır.

Diyarbakır denince, Ulu Camii gelir aklıma benim. Buram buram maneviyat kokan, içinde yüzyıllardır secde edildiğini bütün ruhunuzla hissedeceğiniz o ulu mabet.. Anadolu’daki ilk camii olma hüviyetini taşıyan bu camii ne sırlar saklar içinde. Şam-Emevi, Halep-Zekeriya camiinin de hem mimari hem de ruh bakımından kardeşidir.

İlk gidişimde o maneviyatı bütün hücrelerimde hissettiğimi söylemeliyim. Orada namaz kılarken yaşadığım an, benim unutamayacağım zamanlardan biridir. Bu sebeple, daha sonra Evliya Çelebinin şu tespitini okuduğumda çok da şaşırmadım: “İçinde öyle bir ruhanilik vardır ki, bir Müslüman iki rekat namaz kılsa kabul olduğuna kalbi şahit olur.”(Mustafa Armağan, İnsan Yüzlü Şehirler, s. 135)

Hz. Ömer döneminde fethedilen bu eski şehirde, kırk bir tane sahabi metfun. Hz. Halid İbn Velid’in oğlu Süleyman(r.a) buranın fethi sırasında bir grup sahabiyle birlikte şehit düşmüş. Hazret-i Süleyman Camii, onun adına inşa edilmiş tarihi camilerden biri. İşte Diyarbakır denince “Bir Sahabiler Şehri” geliyor aklıma.

Bir de peygamberler.. Benim bildiğim ve ziyaret ettiğim üç peygamber kabri vardır, Diyarbakır sınırları içinde. Eğil ilçesinde Hz. Zülkifl, Hz. Elyesa ve Hz. Nebi Harun.. (Buradaki Harun Peygamberin Kur’an’daki Hz. Harun’dan farklı bir şahsiyet olduğuna dair bilgiler vardır.) İşte sahabiler şehri oluşunun yanında Diyarbakır, “Bir Peygamberler Şehri”dir de.

Diyarbakır denince Sezai Karakoç gelir aklıma. Bu büyük şair ve mütefekkiri, bu eski şehir hediye etmiştir bize. Bana göre bu bile şehri sevmek için yeter bir sebeptir. Evet, Taha Diyarbakır’ın, Zülkifl Peygamberin armağanıdır bize. (Şiirlerinde Zülkifl Peygambere bu kadar atıf yapması başka nasıl izah edilebilir ki?)

Ben gün görmemiş, bir kaplanın yüreğindeki mermer

Zülküfül türbesinden akmış demir izi, isi

Sen beni bakışınla bir anıta çevirdin

Bir kere daha kayalık leylaklarında

Zülküfül’den bir tad aradı Taha

Bu şehri en güzel o yaşamış ve en güzel o anlatmıştır.

Dicleyle Fırat arasında

İpekten sedirlerinde kur’an okunan

Açık pencerelerinden gül dolan

Güneşin beyaz köpüklerinde yanmış

Bir şehir bir eski kanatlar ülkesi

Güneş ki doğuda ay ki gök yüzünde

Bir işarettir bana

Unutmamak için o ülkeyi

Develer çölde neyse geceleri

Ben de öyle sakların anılarımda o ülkeyi

Bir kere daha doğsam orda doğarım elbet

Batsam orda batmak isterim

Bir güneş gibi

(Taha’nın Kitabı/ Gül Muştusu)

Otuz Beş Yaş şairi Cahit Sıtkı Tarancı da Diyarbakırlı. Doğup büyüdüğü ev bugün müze durumunda. Ulu Caminin yanı başındaki ev, avlulu, çok odalı, geniş aile tipinin yaşadığı eski Diyarbakır evlerini görmek isteyenler için güzel bir fırsat. (Sahi Sezai Karakoç’un Ergani’de doğduğu ev ne durumdadır acaba?)

Diyarbakır’ın devasa şehir surlarını da göz ardı etmemeliyiz. Yüzlerce yılı aşıp gelen bu kadim yapı, tarihi bir şehirde bulunduğunuzu size hissettirecek en önemli unsurlardan biri. Eski şehri bütünüyle kuşatan surların etrafını dolaşma imkanınız olmayabilir. Ancak Dicle’ye bakan tarafta, surların üstünden etrafı seyretmek eminim ki size farklı duygular yaşatacak.

Doğrusunu söylemek gerekirse, Diyarbakır denince bir de içli köfte geliyor benim aklıma. Evet, içli köfte açmak zahmetli bir iş. İçinin hazırlanması, hamurunun yoğrulması, zar gibi ince ince hamurlara midye zarifliğinde, içlerin doldurulması. Ancak Diyarbakır’a misafir (veya benim gibi damat :) olmuşsanız, sizin için kaçınmazlar o zahmetten. (Burada Hacı anamı anmayı bir şükran borcu olarak görüyorum)

Şark kadayıfını da unutmamak lazım. Bu nefis kadayıfı yiyebileceğiniz en güzel yer hiç kuşkunuz olmasın Sıtkı Usta’dır. Defalarca tecrübe edilmiştir. Cevizli veya Antep fıstıklı olması ise size kalmıştır.

O meşhur karpuzuna gelince henüz ben de tatmış değilim. Zira ne Evliya Çelebi ve Sezai Karakoç’un tasvir ettiği o gül, güzel kokulu bostan ve reyhan bahçeleri kalmıştır artık, ne de Dicle kenarında yetişen o deve yükü büyüklüğündeki karpuzlar. Dicle kirlenmiş, o güzelim meyveler yetişmez olmuştur.

***

Şam’ı, Halep’i şimdiye kadar tanımadığımıza hayıflanmak beyhude. Biz öz ülkemiz olan Diyarbakır’dan bile bihaberiz de farkında değiliz. Diyarbakır’ı veya diğer doğu şehirlerimizi.. Tanımadığımız için de ön yargılıyız. Ön yargılı olduğumuz için de meselelerimizi çözemiyoruz. Vesselam. 


Mesut Kaya'ın Yazısı.