Üsküp’e doğru devam ediyoruz. Yıldırım Beyazıt Han yadigârı, Yahya Kemal’in Üsküp’ü. İstanbul’dan önce Osmanlı topraklarına katılan Üsküp. İki yakasını bir araya getiren taş köprü Vardar’ın* en kıymetli kolyesi.

Seyahatten, Akdeniz sahillerinde uzanmayı ya da Paris sokaklarında alışveriş yapmayı anlayanlar olduğu gibi bilinmeyeni, kıyıda köşede saklanmışı aramayı anlayanlar da olabilir. Bu ikinciler kimi zaman yalnız bir çeşmeye ulaşmak veya kutsal bir savaşın mekânında bulunmak için kilometrelerce yol giderler. Kimi zaman da menzilden menzile yol alırken kendilerini şaşırtan sürpriz yerler, hikâyeler ve şahsiyetler bulurlar önlerinde.

Kalkandelen’deki* Alacacami adından da anlaşıldığı gibi tezyinatı (süslemesi) fazla olan bir mekân ama adı görecekleriniz için az bile. Beklenenin çok üstünde ince kalem işleri, yoğun nakış süslemeleri bayanların süs sevgisinin ispatı gibi duruyor çünkü cami iki kız kardeş tarafından yaptırılmış. Tüm dış yüzeyindeki kalem işi süsler uzaktan bakana iskambil kâğıtlarından yapılmış izlenimi veriyor. Haziresi (mezarlık), Hurşide ve Mürşide kardeşlerin türbeleri, gül bahçesi, avlu, hamamın uzaktan görüntüsüne akan nehrin sesi, hepsi birleşince sanki zaman bir müddet duruyor da seyircisi kendi içine hapsediyor.

Arnavut milliyetçiliğinin merkezi olan Kalkandelen, Makedonya sınırları içinde. Burası Arnavutlar’ın kalplerinin başkenti. Kalesinin methini duyduk ama programımıza alamadık. Bunun yerine Harabati Baba tekkesine gitmeyi tercih ettik.

Koyu kahverengi ahşap işlemeli binaları, çeşmesi, Pir Evi, misafirhanesi, camisi ve dershanesi ile tekke yemyeşil bir bahçeye yayılmış. Keçe şapkalarıyla Arnavutlar, Kuran dersi alan yaz öğrencileri ve yazlık zikir hane olarak kullanılan, tavanı işlemeli, mermer havuzlu çardakta Arnavut böreği ve ayran ziyafeti çeken bizler. Birkaç öğrenciyle sohbet ettik. Seyahatin sevdiğim yanlarından biri de insanları, inançları ve gelenekleri tanımanın en kolay yolu olması.

Üsküp’e doğru devam ediyoruz. Yıldırım Beyazıt Han yadigârı, Yahya Kemal’in Üsküp’ü. İstanbul’dan önce Osmanlı topraklarına katılan Üsküp. İki yakasını bir araya getiren taş köprü Vardar’ın* en kıymetli kolyesi. Köprünün Osmanlı mirası olduğunun kanıtı kitabe uzun mücadeleler sonunda ancak yerini almış.

Nehir kenarı, eski çarşı, Mustafa Paşa, Yahya Paşa, İsa Bey, İshak Paşa Camileri, Rıfai Melami tekkeleri, kale, saat kulesi gezilmesi gereken yerlerden. Beni en çok yaralayan mavi çinileriyle İshak Paşa Cami oldu. Haziresindeki mezar taşları Fatiha beklemekten yorulup boyun bükmüş, türbenin içine eski mutfak tezgâhları tıkıştırılmış, caminin kapısı kilitli sanki imam ve cemaat bile terk etmiş yıllarca cemaate hizmet eden toprağı. Priştina’ya giderken yolda El Hilal* teşkilatı üyesi rehberimiz Kosova faciasını anlattı. Gözyaşlarımı tutmaya imkân yoktu. Şahadet mertebesinin kutsallığını, onu istemenin kolaylığını ama ona ulaşmanın zorluğunu hissettim bir anda. Bundan yüzyıllar evvel Murat Han’ın “Elhamdülillah şahadet nasip oldu.”diyerek vefat ettiği topraklarla, iç organlarının gömülü bulunduğu türbe ziyaretinden sonra Prizren’in tarihi dokusunu kaybetmeyen siluetine vasıl olduk. Namazgâhı, camileri, kalesi, köprüsü, meydanı hepsi çok güzel de camisiz kalmış minarenin hüznü bambaşkaydı.

Biz hüzünlenirken bir anda davul ve zurna sesleri yeri göğü inletiyor. Yerel kıyafetli gelinlerin bulunduğu düğün alayı neşe ve coşkuyla ilerlerken tek bir damat bile göze çarpmıyordu. Buranın âdetiymiş meğer damat kız almaya gitmez evde bekler, gelinler ise düğünlerinden sonra bir yıl boyunca gelinlikle düğünlere katılırlarmış. Hayırlı olsun dileklerimizle Osmanlı’nın ilk fethettiği yerlerden olan Köstendil üzerinden Bulgarista’nın başkenti Sofya’ya yola koyulduk.

Bulgaristan’da yaşayan Türk asıllı halk Türk televizyon kanalları sayesinde her şeyden haberdar ve diziler sayesinde iyi Türkçe öğrenmişler. Sofya’da Osmanlı kimliği aralara sıkışmış parçalar halinde, bunun dışında gözüken yıpranmış, sıvıları dökülmüş yorgun bir Avrupa şehri. Fakat akşamları muhteşem, yıpranmışlık karanlık içinde yok olurken binaların güzelliği ortaya çıkıyor. Sinan eseri camiler, Osmanlı konağı, köprüler, kiliseye çevrilen Gül Cami kalan eserlerimiz arasında.

Sofya’yı arkamızda bırakırken bizi yedi tepesiyle Filibe karşılıyor. Şehrin çehresi bozulmasa da yirmi iki hamamdan sadece biri bu günlere gelebilmiş. Merkezde Muradiye Cami hemen göze çarpıyor. Bulgar coğrafyasının tek taşı antik tiyatro 20.yüzyılda bulunmuş. Şehrin beş kapısından biri olan Hisar Kapı ise hala ayakta. Osmanlı konağı ve kitabeleri hala duran müzik okulunu ara yollarda gezerken bulduk. Ah işte Edirne! Vatan gibisi yok.


*Tetova

*Aksiyos

*Müslümanların sivil savunma örgütü Diyanet ve Kızılay’ın görevlerini bir bünyede toplamış yardım kuruluşu. 


Hande Berra'ın Yazısı.