Sadıkların Sadakası
Sadaka, sıdk kökünden gelir; doğruluğun göstergesidir. Sözün amelle desteklenmesi, için dışın bir olması, Allah’a, insanlara, bütün yaratılmışlara ve kendimize karşı verdiğimiz sözde durmanın yansımasıdır. Sadaka, sadıkların tavrı ve duruşudur. Bu anlamda sadakanın, yani özü sözü bir şekilde davranmanın sınırı yoktur.
Nasıl bir geceydi? Sabaha kadar gözyaşları sel olmuştu. İçli içli ettiği dualarda Allah için çıkılacak bir seferden geri kalmanın acısı vardı. Sıcağın kavurduğu bir zamanda Allah Rasulü’nün dünyanın en güçlü devletine karşı yaptığı sefer çağrısından nasıl geri kalacaktı? Çok zor bir sefer olacağı açıktı. O yüzden yalnız güçlü bineği olanların katılmasına müsaade edilmişti. O ise fakir bir insandı. Ne maddi katkı sağlayabilir, ne de binek bulabilirdi. O gün bir ümitle Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellemin huzuruna çıkmıştı. Kendisi gibi altı kişi daha vardı. Rasulullah onlara verecek bineği olmadığını söylediğinde huzurdan ağlayarak çıkışları ne kadar da iç paralayıcıydı. Kur’an-ı Kerim onları “bekkain-ağlayanlar” diye tarif etmişti: “Kendilerine binek temin etmen için sana geldiklerinde ‘size binek bulamıyorum’ dediğin zaman Allah yolunda harcayacak bir şeye sahip olamadıkları için üzüntüden gözyaşı dökerek geri dönenlere de sorumluluk yoktur.” (Tevbe, 92)
Gözyaşı dökerek geri dönen yedi sahabeden birisiydi Ulbe b. Zeyd. Münafıklar sefere katılmamak için ürettikleri binbir yalan ve mazeretle geri kalmanın sevincini yaşarken, Ulbe gibi sadık Peygamber dostları imkân bulup da sefere katılamadıkları için kahroluyorlardı. Ulbe’nin içine oturan o acı evine dönüp de kendi başına kaldığında daha da arttı. Hem ağlıyor, hem de sefere katılamamak ve sadaka olarak bir katkıda bulunamamaktan duyduğu acıyı sitemle karışık dualarına yansıtıyordu: “Ya Rabbi cihadı emrettin ve insanları buna teşvik ettin. Bana ise cihada gitmek için bir imkân vermedin. Ama ben de Senin için bir şeyler vermek istiyorum.”
Hiçbir şeyi olmayan Ulbe ne verebilirdi? Allah için vermenin sınırının olmayacağını gösteren, kıyamete kadar inananların istifade edeceği muhteşem bir örnek olarak o aziz sahabe duasına şöyle devam etti: “Ya Rabbi, benim malıma, canıma, şerefime ve namusuma yapılan her türlü zulmü affediyor, bende kimin hakkı varsa bu haklarımı helal ediyor ve Senin yolunda sadaka olarak bağışlıyorum.”
Ulbe o gecenin sabahında bütün imkânsızlığına rağmen bir şeyler vermiş olmanın huzuru içinde namaz için mescide gitti. Namazdan sonra Rasulullah’ın dönüp cemaate şöyle seslendiğini işitti: “Bu gece haklarını sadaka olarak veren kimdir?” Şaşırmıştı; kalkıp kalkmamakta tereddüt etti. Soru bir kez daha yinelenince çekinerek ayağa kalktı ve gece yaptığı duayı anlattı. Âlemin yüzü suyu hürmetine yaratıldığı o En Güzel İnsan nur dolu simasıyla ona şu müjdeyi verdi: “Allah sadakanı kabul etti.”
Sadaka, sıdk kökünden gelir; doğruluğun göstergesidir. Sözün amelle desteklenmesi, için dışın bir olması, Allah’a, insanlara, bütün yaratılmışlara ve kendimize karşı verdiğimiz sözde durmanın yansımasıdır. Sadaka, sadıkların tavrı ve duruşudur. Bu anlamda sadakanın, yani özü sözü bir şekilde davranmanın sınırı yoktur.
Din sıdk üzerine tesis edilmiştir. Fedakârlık, diğerkâmlık, aşkınlık hep sıdk iledir. Fakir ya da zengin olmak önemli değildir. Önemli olan hangi hal ve şartta olursan ol, sadık olmaktır. Kimin ne verdiği önemli değildir; önemli olan kimin niye ve hangi niyetle verdiğidir. Tebük öncesinde herkesten vermesi istendiğinde elinde bir avuç hurma ile gelen de binlerce dinar veren de, elindeki her şeyi “evdekilere Allah ve Rasulü’nü bıraktım” diyerek getiren de aynı mazhariyetin mensuplarıdır. O mazhariyet Allah ve Rasulü’nün hepimizden beklediği şeydir: sahip olduklarımızdan tam bir sadakat duygusu ile Allah için vazgeçmek…
Sıdk hepimizin asıl vazifesidir. Bu bahiste neye malik olunduğunun bir kıymeti yoktur. Kıymet, vermek için öne atılmaktadır. Bu bahiste ne verildiğinin de önemi yoktur. Kıymet, sadığın kalbine verilen irtifadadır. Sadaka o kadar önemlidir ki verecek bir şeyi olmayana bile çalışıp kazanıp, kazandığından vermesi tavsiye edilmiştir. Buna da gücü yetmeyeceğini söyleyene “o zaman darda kalana, ihtiyaç sahibine yardım edersin” şeklindeki verme vurgusu ne kadar dikkat çekicidir. Muhatabın “ya buna da gücü yetmezse” diye ısrar edişine yine vermekle ilgili bir başka yol önerilmiştir: “O da diliyle iyilik yapmayı tavsiye eder.” Ya bunu da yapamazsa? “Tebessüm eder ve kötülükten uzak durur ki işte bu da sadakadır.” (Buhari, Zekat, 30)
Din vermekle kaimdir. Vermenin ise sınırı yoktur. Ne yapıp ne yapamayacağını tayin etmek haddimize değildir, çünkü imkânlarımızın miktarını, hattını, hududunu bilmiyoruz. Vüsatimizle emrolunduğumuz doğrudur, ancak vüsatimizin yani potansiyelimizin ne olduğu, sınırlarımızın nerede bittiği çok azımıza malumdur. Kaldı ki vermeye bir sınır yoktur. Nebevi işaret böyle gelmiştir. Yarım hurma ile bile olsa ateşten korunmak için vermenin tavsiye edildiği bir dinin mensupları hep vermek, sürekli vermek ve daima vermekle tarif edilecek bir hayat tarzına sahip olmak zorundadırlar.
Ulbe’nin sadakası belki de sadaka türleri arasında en kıymetli olanıdır, çünkü Hak şahitliğinde başkalarındaki haklarımızdan gönül hoşnutluğu ve hür irademiz ile geçebilmek öyle kolay bir şey değildir. Bu, sadakanın ve dolayısı ile sıdkın en yüce seviyesidir, çünkü bunun muhatabı sadece Hak’tır.
Kiminin malı vardır, kiminin vakti, kiminin de başkasında hakkı… Kiminin elinden gelir, kiminin dilinden, kiminin ise yüzünde beliren tebessümden… Kiminin kalbinden geçendir, kiminin zihninde filizlenendir, kiminin çağrısıdır, kiminin çağrıya kesildiği kulağıdır. Vermek kapasite iledir, kişiden kişiye değişir. Sıdkın göstergesi olarak sadaka; bir sahipliği sonlandırmak, bir varlıktan, bir mevcudiyetten ayrılmayı gösterir. İçimizdeki karanlık tarafın asılıp medet umduğunu, sahipliğiyle tatmin olduğumuzu söküp atarız. O yüzden vermek zordur. Veren, verdiğiyle oluşturduğu konfor alanından vazgeçmeyi seçerken zorlanır. Sıdkın denendiği yer işte bu noktadır. Malından veren malının sağladığı rahatlığı feda etmiştir. Canından veren canının tatlılığından geçmiştir. Zamanından veren nefsinin ve bencilliğinin rahatını geriye itmiştir. Ya Ulbe? Şerefinden geçen ya da insanların üzerindeki haklarını bağışlayan Ulbe neden vazgeçmiştir?
Ulbe’nin vazgeçtiği, Hak nezdinde diğer insanlar karşısındaki imtiyazdır. Hakkı yenmiş, farklı olaylarda mağdur edilmiş, incitilmiş, belki onuru ve şerefi ile oynanmış Ulbe’de oluşan kırıklık, gariplik ve mazlumluk ona Hak katında bir ayrıcalık sağlamıştır. Bunun bir ayrıcalık olduğunun haberle gelmiş olması yanında, kendisinin farkında olduğu bir teselli alanı olduğunu duasından anlıyoruz. Ulbe kendisine yapılan ya da yapılmayandan bir hak sahibi olduğunu bilmekte ve belki de hayata tutunuşunu bu hak üzerine inşa etmektedir. Kendisine zulmedene aynısı ile mukabele eden hem hakkını alır hem de hayatını üzerine kurduğu psikolojik zemini sağlamlaştırır. Ya hakkını alamayan? O ya bunu Hakka havale ederek tehir edecek ya da kendisini yiyip bitirecek bir tükeniş yaşayacaktır. Ulbe Hakka havale ettikleri ile bir imtiyaza sahip olduğunun farkındadır. Zor sefer çağrısında Hak yolunda infak edecek maddi bir şey bulamadığında işte bu psikolojik varlığını infak etmeyi seçmiş, başkaları üzerinde var olan haklarından Allah yolunda vazgeçmiştir. Bu psikolojik hak ya da variyetin, herhangi bir maddi varlık kadar kolay feda edilemeyeceği aşikârdır. Ulbe bu manada belki de en kıymetli sadakalardan birisini vermiştir. O zor seferde zahiren hiçbir şey veremediği halde kendisine “sadakan kabul edildi” nebevi müjdesinin ulaşması da muhtemelen bu yüzdendir.
Nerede bir sahiplik varsa orada bir hukuk olmak zorundadır. Haklarımıza sahip çıkmak insan olmamızın gereğidir. Ama bunu yapamayacak kadar mazlum ya da mağdur isek, bunu bizim adımıza yapacak bir kudret sahibi vardır. O ihmal etmez, imhal eder; ertelemez, süre verir. Birbirimizin üzerindeki haklar ancak gönül rızası ve hür irade ile alınıp verilebilir. Bu hakları bize bağışlayan o kudret sahibi, bu hakların hür irade ile alışverişini de temin etmiş, karşısına gelinmemesi gereken iki büyük günahtan birisinin şirk, diğerinin de kul hakkı olduğunu ifade etmiştir. O yüzden Ulbe’nin sadakası belki de sadaka türleri arasında en kıymetli olanıdır, çünkü Hak şahitliğinde başkalarındaki haklarımızdan gönül hoşnutluğu ve hür irademiz ile geçebilmek öyle kolay bir şey değildir. Bu, sadakanın ve dolayısı ile sıdkın belki de en yüce seviyesidir, çünkü bunun muhatabı sadece Hak’tır. Sadece Hakkın huzurunda ancak yüzleşme ile alınabilecek haklar gönül rızası ile verilmiş, ancak ötede görülebilecek bir hesap hak sahibinin hakkını gasp edenlerin gıyabında yaptığı şahitlik ile burada görülmüş, dolayısı ile ötede hak sahiplerinin yüzleşme ile yaşayacakları pişmanlığın önüne geçilmiştir.
Sadaka, sıdkın göstergesidir; samimiyet, dürüstlük ve içi dışı bir olmanın adıdır. Önemli olan ne verdiğimiz değil, hangi hal ve tutumla verdiğimizdir. Sahip olduğumuz hal ve tutum sıdk kalitemizi gösterir. Başkalarının üzerimizde hakkı olduğunu düşünüyorsak bu kendisi ile ferahlayacağımız bir imtiyazımız olabilir. Ama sadakat imtihanında bunun daha dünyadayken geçer not almasının yolu Ulbe tavrından geçer. İçli bir zamanda, eller yürekle bitişmiş bir halde buralardan yücelere gönderilecek bir sadaka ne kadar kıymetli bir sadakadır! İşte bu sadıkların sadakasıdır. Samimiyetin en yalın göstergesi olan bu sadakanın “Allah sadakanı kabul etti” şeklinde bir haberinin muhakkak geleceğinden şüphe edebilir miyiz?
Mehmet Lütfi Arslan'ın Yazısı.