Mahmud Sami Erdem

Suriyelilerin Türkiye’ye göç etmesini ben de istemiyorum. Onları dışlayan, hor gören, aşağılayan, döven, kovan hemşehrilerimi gördükçe, onlar adına ben utanıyorum çünkü. Çanakkale şehitliği’nde meftun bulunan, Suriye’den, Halep’ten gelen şehitlerin torunlarına bu topraklarda yaşamayı bile çok görüyor oluşumuza üzülüyorum.

“Gündüzlerim Suriye’de, gecelerim Reyhanlı’da bir konteynırda geçiyordu. Gördüğüm bütün dramları bir de fotoğraf makinasına gösteriyordum. İşim gereği, akşam konteynere gelip tekrar bakmak zorunda kalıyor, hüznümü tazeliyordum.

Allah kimseyi vatansız bırakmasın. Savaş halindeki bir ülkede olmak gerçekten çok zormuş. Dün çocukların top oynadığı yerler ertesi gün bombalanıyor. Dün selam verdiğin adam sonraki gün vuruluyor...

Devletin ne kadar büyük bir kurum olduğunu burada gördüm. 30 bin kişinin kaldığı, çamur içindeki, lağımların açıktan aktığı çadır kentleri dolaştım. Hastalanmamak için yüzlerine kireç süren çocukcağızları gördüm.”

2013 yılında, savaşın 2. yılında, ajandama yukarıdaki gibi not almışım. Üzerinden 4 yıl geçmiş notun; savaşın üzerinden 6...

Geçen ay dedemi hastanenin acil kapısında beklerken, Suriyeli bir aile de benimle birlikte bekliyordu. 26 yaşındaki çocuklarına araba çarpmış. Çarptıktan sonra da kaçmış araba.

Doktor içerden çıktı, o kadar çok kırık kemik bölgesi saydı ki hatırlamıyorum. Leğen kemiği, kaburga kemikleri, kafatası falan çatlamış. Ciğerleri büyük hasar görmüş. Kurtaramayız dedi doktor.

Ailesi Türkçe bilmiyordu. Az buçuk Arapçamla ve ailenin tepkilerine göre, doktorun söylediklerini tam olarak çevirmediklerini anladım. Saatlerce dua etti arabanın çarptığı çocuğun ailesi. Yüzlerindeki o masum umut o kadar garip bir hava yaydı ki bekleme salonuna, herkes aileyle birlikte dua etti.

Sonra komşuları geldi. Aslan gibi teyzeler. Hepsi duyup gelmiş. İşte komşuluk bu dedim.

Düşündüm. Ölmemek için vatanlarını bırakıp İstanbul’a gelmişlerdi. Ve kendini bilmezin biri çocuklarına çarpmış kaçmıştı! Şimdi siz bu olayı nasıl okursunuz? Ölmemek için gelinen bir yerde ezilerek ve acı çekerek, çektirerek öldü çocuk. Bütün acil servis ağladı...

Bir tane bile “neden geldiniz, kendi ülkenizde ölüp gitseydiniz” diyen görmedim. Bütün hastane ağladı. çünkü biz Türk’üz. Bunu milliyetçi duygularla yazmıyorum. Yine geçmişimizden, soyumuzdan bahsederek yazıyorum.

Suriye’deki iç savaş altı yıldır devam ediyor. Ne kolay değil mi az önceki cümleyi yazması, okuması, duyması. Peki ya yaşaması? Bu soruya * işaretli paragrafta cevap vereceğim inşallah.

Evet 6 yıl olmuş Suriye, “meselemiz” olalı. Bir mesele olalı. Ama şunun gibi yazılar dolaşıyor sosyal medyada;

“Misafire oda verilir, yemek verilir, gerekirse parada verilir... Lakin! Evin tapusu verilmez! Suriye’lileri ÜLKEMDE sadece MİSAFİR olarak görmek istiyorum. TÜRK VATANDAŞI OLARAK DEĞİL..! TÜRK VATANDAŞI OLACAKLARSADA HALK OYLAMASI İSTİYORUZ...”

Halk oylamasında çıkacak sonucu tahmin etmek zor değil.

İHH İnsani Yardım Vakfı, Mart 2011 ve Mayıs 2014 arası 254 milyon 662 bin 632 TL yardım yapmış. Türkiye’nin 68 ilinden Suriye’ye bin 114 tır gönderilmiş. Halkım Suriyelileri zaten seviyor yani. Hamdolsun. Ama kafamız bulanıyor bu tarz fikirlerle. “Halep’e Yol Açın” konvoyuna katılan, 81 ilden ve yurtdışından konvoya katılan on binlerce insan, hayırsever, fikrimi destekliyor. Örnekleri çoğaltmama gerek yok.

Bu görsele ve bu görseldeki yazılanların doğru olduğunu düşünenlere cevabım şudur:

*İnşallah bir gün Suriye’yi görürsün. Evlerine bomba düşen aileleri görürsün. Anası babası kurşunlananları görürsün. Sabah selam verdiğin birini öğlen kurşunladıklarını görürsün. Gerçi Allah korudu, 15 Temmuz’dan sonra görecektik az kalsın. O zaman böyle düşüneceğini sanmıyorum.

**Suriye’de iç savaşın devam ettiği ilk 3,5 yılda Türkiye başta olmak üzere diğer ülkelere sığınan Suriyelilerin sayısı 3 milyonu geçmiş durumda. Mültecilerin en az yüzde 75’lik kısmını çocuk ve kadınlar oluşturuyor.

Muhtemelen sokakta gördüğün “kötü” Suriyeliler yüzünden hepsini aynı kefeye koyuyorsun. Ancak; su-i misal, emsal teşkil etmez. Dilencilik yapan Suriyeliler zaten kendi vatanlarındayken de dilenciydi. Hırsızı yine hırsız, serserisi yine serseriydi. Süreci 4 yıldır takip ettiğim ve araştırdığım için bu kadar net konuşuyorum.

“Suriyelilerin yaşadıkları elbette çok üzücü. Allah kimseyi vatanını terk etmek zorunda bırakmasın. Ama bu toprağın genç ve çocuklarına tanınmayan imkanlar da önlerine serilmesin” dersiniz belki. Ona da cevabım şudur:

Uzaya çıkan ikinci Müslüman olan Muhammed Ahmed Faris, şu anda Fatih’te küçük bir dairede kalıyor. Ve geçimini sağlayabileceği düzenli bir işi yoktu daha düne kadar.

Eyvallah. Ben adaletten yanayım. Herkes eşit olmalı. Ama onların vatanları yok. Vatansız kalmışlar. Vatanı olmayan bir adamdan vergi de almayıver bir zahmet. Bir zahmet cüzi miktarlarda burs ver onlara. Çoğu başarılı öğrenciler. Anadili gibi İngilizce biliyorlar.

Ayda 2 bin 500 TL burs alan tembel arkadaşlarım vardı...

Diğer yandan; kendi vatandaşlarımızın hepsi dört dörtlük de, bir tek savaştan ölmemek için bize “sığınan” Suriyeliler mi kötü? Bu topraklarda 700 yıl hüküm sürmüş, Türklüğü dünyaya yaymış, “çoğumuzun dedesi” Osmanlılar, savaşta “aman dileyene” kılıç bile çekmezken, biz Müslüman kardeşimizi ölüme mi terk edelim?

“Buralarda sürüneceklerine, kendi ülkelerinde kalsalardı, topraklarını savunsalardı, orada ölselerdi” düşüncesi, düşünce değil zaten! Öyle ise bile, cevabı ** ile başlayan paragrafta var zaten. Ve şöyle bir söz söylüyor o bacılarımızdan Nora: “Tutuklu kaldığım süre boyunca her türlü fiziksel ve psikolojik işkenceye maruz kaldım. Beni en çok acıtan bu saldırıların çoğunun çocuklarımın gözleri önünde yapılmış olması.”1

“Savaş şu sebeplerden dolayı başlamıştır, şu gruplar arasında yaşanmaktadır, şu grup şöyledir bu grup böyledir”lere girmeyeceğim. Aslında pek de ilgilenmiyorum. Ortada “mazlum insanlar” gerçeği var çünkü. Tüm gerçekleri yok saydırıyor.

Suriye bizim komşumuz. Aslında her yer bizim komşumuz. Telefonumuzdan, bilgisayarımızdan, tabletimizden, televizyonumuzdan her yeri, her şeyi görebiliyoruz; kotamız yettiği kadar. Bu yüzden, ve bunlar olmasa bile komşuluktaki ortak paydamız Müslümanlık da değil; insanlık. Yani ümmet olmak!

Şöyle bir menkıbe var:

Abdullah Bin Ömer (r.a.) için bir koç kesildi. İbnu Ömer, ailesine: “Ondan Yahudi komşumuza hediye ettiniz mi?” diye sordu. “Hayır!” cevabını alınca: “Bundan ona da gönderin. Zira ben Resûlullah’ın (s.a.v.): “Cebrail bana komşu hakkında o kadar aralıksız tavsiyede bulundu ki, komşuyu vâris kılacağını zannettim” dediğini işittim” buyurdu.2

Resûl-i kibriyâ aleyhi ekmel-üt tehayya hazretleri, Hazret-i Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz, komşuluk konusunda çiviyi çakmış işte. Daha doğrusu Allah-u Teâla kuralını koymuş. Herkes her şeyden dolayı herkesten sorumludur!

Hadi diyelim ki buna inanmıyoruz. Hadislere inanmayanlarımız da var. Onaylamamakla birlikte (hâşa) saygı duyarım; eyvallah. Peki Türk olmamızla ilgili “misafirperverlik” kavramımız? Şimdi Türklerin misafirperverliğini de yazardım ama; yerim dar. Başka zamana inşallah.

Dünya üzerinde en çok Suriyeli “mülteci” Türkiye’de; 3,5 milyon! Ve bunların büyük bir kısmı İstanbul’da. Bizim mahallemizde Arapça tabelalar asılır oldu. Buna da karşı olanlar var. Geçtiğimiz haftalarda “Arapça tabelalar belediye görevlileri tarafından indirildi!” haberleri yapılıyordu. Gözümüzün içine içine asılan İngilizce ve diğer dillerdeki tabelaları bitirdik çünkü. Bir tek Suriyelilerin tabelaları kaldı...

Türk, Kürt, Laz, Çerkez, Egeli, Karadenizli, Doğulu, Bozkırlı falan değiliz biz. Bunlar bizim kütük bilgimiz sadece. “Kafa kağıdında” yer alan bir bilgi. Toprağımızı, memleketimizi ayrı sahipleniriz; orası ayrı. Ama biz “insanlık” paydasında birleşiyoruz. Ümmet yani. Çünkü dünya üzerinde yaşayan tüm insanlar olarak, son Peygamber Hazreti Muhammed Mustafa sallahu aleyhi vesellemin ümmetiyiz biz. Güçlü olmak için bir olmalıyız, birlikte olmalıyız. Bir olduğumuzda da -biz göremedik ama tarih kitaplarında görenler yazmış- 700 yıl dünyaya hükmeden bir devlet oluyoruz, olmuşuz.

Aslına bakarsanız Suriyelilerin Türkiye’ye göç etmesini ben de istemiyorum. Onları dışlayan, hor gören, aşağılayan, döven, kovan hemşehrilerimi gördükçe, onlar adına ben utanıyorum çünkü. Çanakkale şehitliği’nde meftun bulunan, Suriye’den, Halep’ten gelen şehitlerin torunlarına bu topraklarda yaşamayı bile çok görüyor oluşumuza üzülüyorum.

3 sene boyunca okuduğum imam hatip lisesinde Arapça öğrenemedim. Ama şimdi öğrenmeyi düşünüyorum. Suriye’den gelen kardeşlerimizin de payı var bunda. Onlar bizim gerçeğimiz. Gelene git diyemeyeceğimiz için, onlarla anlaşabilmemiz için bu şart.

Çok değerli insanlar tanıdım Suriye’den gelen. Onları sahiplenmek, kendi vatandaşımızdan ayırmamak ve onlardan bilgi konusunda faydalanmak gerek. Dedelerimiz Osmanlılar zamanındaki “devşirme sistemini” düşünelim. Öyle olmuş gibi görelim en kötü. Vallahi çok yetenekli, bilgililer. Onlarla iletişim kurabilmemiz, onlardan yararlanabilmemiz için Arapça şart. Arapça başka şeyler için de şart ama dedim ya; yerim dar.

Ve son soru. “Komşuda pişer, bize de düşer” atasözümüz. Peki komşumuzun bizzat kendisi, varil bombalarından, kimyasal silahlardan dolayı yanıyorsa, bize ne düşer?


Dipnot:

1- İHH Suriyeli Kadınlar Raporu / Nisan 2015

2- [Ebû Dâvud, Edeb 132, (5152); Tirmizî, Birr 28, (1944).]


GENÇ'ın Yazısı.