Necaşi’nin misafiri olarak geldiğim bu ülkenin yüzyıllar içinde değişen dört başkentini gezeceğim. Aksum, Lalibela, Gondar ve Addis Ababa... Topraktan otuz metrelik mezar taşları yükselirken Saba Melikesi Belkıs’ın eğlencesi başlayacak. Kral Lalibela on bir kilise oyacak kızıl renkli kayalıklara, kalem dilenen çocuklarla sohbet edeceğiz ve Etiyopya’da içtiğim kahvenin kırk yıl hatırı kalacak bende.

Afrika’nın toprak kokan serin sabahına uyandım. Gecenin sesleri henüz susmuş gün ise başlamamıştı. İnce giyinip kalın bir şal aldım üstüme. Biliyorum, birkaç saat sonra güneş kavuracak ortalığı. Benimle beraber uyandı Afrika, önce kuşlar uçtu kızıl gökyüzüne sonra köylülerin ayakları değdi toprağa, halhallar çınladı. Uzaktan, çok uzaktan, belki de yakından bir kartalın çığlığı duyuldu.

Necaş’a beni bin dört yüz yıl evvel yazılan bir mektup ve cenaze namazı* çağırdı. Bu kasaba gezginlerin listesinde yer almıyordu. Pervaneli küçük bir uçakla Mekele’ye inip virajlı yolları eski, saten perdeli bir otobüsle tırmandım. Yeşil kubbenin altında bağdaş kurup bir elim kabrin üstünde Meryem Suresi’ni okurken kızıl sakallı bir derviş çöktü yanıma. Ashab-ı Kiram’dan yatanların isimlerini tek tek saydı. Bendeki listeyle kimi tuttu, kimi tutmadı ama düzeltmedim yaşlı adamın cümlelerini. Sessizce birer Yasin bıraktım kabirlere, ne kuşlar ne de derviş fark etmedi.

Yozgat, Ankara, Erzurum’dan gelen işçiler Türk bayrağının dalgalandığı camide taş kırıp mermer döşerken henüz bitmemiş inşaatın bir köşesinde çay fokurdayarak demleniyordu. Otelden aldığımız kumanyalar, hasret kokan çay, birkaç usta ve Cuma namazı için uzun yoldan gelen biz köhne bir barakada buluşmuştuk. Hepimiz ev sahibiydik, hepimiz misafir... Cuma selası okundu bitmemiş minareden, büyük küçük, siyah beyaz, karıncalar gibi koşuşturduk aynı yöne. Bir evin içinden, gölgeye saklanan eşek ve keçi yavrusunu yumulmuş bir kaşıkla dışarı kovaladı genç kadın. Yoldaki çocuklar yanımda getirdiğim kuruyemiş ve şekerleri kapışırken kimi kavga etti, kimi kahkaha atıp almayana uzattı eteğinin kıvrımlarına sakladığını. Eli yanıp siyah derisi buruşmuş küçük kızın yarasına sinekler yuva yapmıştı. Şekeri ısırdı ve diğer yarısını keçisine yedirdi. Biz camiden çıktığımızda sahiplerinin kapıya bıraktığı eşekler yeniden yola koyuluyordu.

Yürürken sıska, kaburgaları sayılan kadınla çarpıştığımda, onu düşmeden, kuru bir yaprak gibi savrulup rüzgara karışmadan yakalamak istedim ama demir bir kürdan gibi dimdik ayakta duruyordu. İkimiz de birbirimize tutunmuştuk. Taş gibi sert ve kuvvetliydi vücudu. Sızlayan kolumu ovuştururken gülümsedik birbirimize. Tanıdık, geçmişten gelen bir hatıraydı bu. 

Özür dilerken insanlara dokunmayı severim, ılık ılık akar duygular. Dilini bilmesem de dokunarak konuşurum karşımdakiyle, bazen çeker, bazen iter, bazen de geçmiş gelecek birbirine karışır; ezan okur Bilal ruhlar aleminde, yan yana secdeye gittiğimizi ne ben hatırlarım ne de o.

Necaşi’nin misafiri olarak geldiğim bu ülkenin yüzyıllar içinde değişen dört başkentini gezeceğim. Aksum, Lalibela, Gondar ve Addis Ababa... Topraktan otuz metrelik mezar taşları yükselirken Saba Melikesi Belkıs’ın eğlencesi başlayacak. Kral Lalibela on bir kilise oyacak kızıl renkli kayalıklara, kalem dilenen çocuklarla sohbet edeceğiz ve Etiyopya’da içtiğim kahvenin kırk yıl hatırı kalacak bende.

*Hz.Muhammed Necaşi’yi İslam’a davet eden bir mektup yollamış gıyabında Medine’de cenaze namazı kılmıştır.


Hande Berra'ın Yazısı.