Deha Değil; Dikkat ve Sabır!
İlimde, sanatta, sporda, ticarette, açıkçası hayatın hemen her alanında olduğu gibi yazı hayatında da asıl mesele ‘doğmak’ değil, ‘olmak’ meselesi. Yazı hayatındaki kaderimizi, yola çıkarken elimizde olanlardan fazla, yolda elimizde tutabildiklerimiz ve yolda elimize alabildiklerimiz belirliyor. En başta da, bu işin ‘dikkat ve sabır’ gerektiren uzun bir yolculuk olduğunun farkında olabilmemiz…
Sevgili arkadaşlar,
Yazı Atölyesi için bize gönderdiğiniz yazılar, e-posta adresimizden iki ayrı şekilde mektuplar bize ulaşıyor; biri doğrudan, biri dolaylı. Mektupların ağırlıklı şekilde bize ulaştığı mecra, dolaylı olan ikinci mecra. Ama Yazı Atölyesi için e-postamızı açınca fark ettim ki, bu mecradan gelen mektuplar henüz bize intikal etmemiş durumda. Böyle bir problemi daha önce de bir kere yaşamıştık. Çözülmeyecek bir mesele değil, ama durum bu olunca, doğrudan ve dolaylı, her iki kanaldan bize ulaşan yazılarınızı değerlendirmeyi bir sonraki aya bırakmayı tercih ettim. Bu sebeple, özür dileyerek söylüyorum, bu ay fazlaca yazı değerlendirmesi yapamıyoruz. Bir sonraki sayıda, gecikmeli de olsa, bu durumu telafi edeceğiz inşallah.
Bu vesileyle, bu ay için, yazı çalışmaları ile ilgili olarak nicedir sizinle paylaşmak istediğim birkaç noktayı paylaşmak istedim.
Anlayışla karşılamanız ricasıyla, bilginize ve dikkatinize arz ediyorum.
Yazı yolculuğunda hepsi de önem arz eden bir dizi husus var. Yazma sürecinin olmazsa olmazı olan hususlar…
Bu hususların belki en önemlisini, Alman edebiyatının belki en büyük ismi Johann Wolfgang Von Goethe’nin ifade ettiğini düşünüyorum.
Goethe, şiirde, piyeste, romanda, kısacası edebiyatın hemen her alanında zirve eserler ortaya koyan bir isim. Dahası aynı zamanda önemli bir fizikçi ve de Weimar prensliğinin siyaset danışmanı. Kısacası, sanatta, edebiyatta, bilimde, devlet yönetiminde, bütün bu alanların hepsinde yeteneğini ortaya koyan büyük bir deha. Gençliğimde okuduğum “Sayılar Kitabı” gibi bir başlığı olan İngilizce bir kitap, 1750-1850 arasında yaşayan Avrupalılar içinde zekâ düzeyi en yüksek isim olarak onu gösteriyordu zaten. Yanılmıyorsam 1905 gibi uçuk bir IQ ile hem de…
(Goethe’yi bizim için değerli kılan ilave bir husus daha var: O, İslâm’a karşı bakışı genelde olumsuz olan Batı dünyasında bu olumsuz bakışı aşıp bunu bir de en güzel şekilde dile getirmenin de timsali olmuş. Hâfız-ı Şirazî’nin Divan’ını Almanca tercümesinden okuyunca, ona duyduğu hayranlıkla Batı-Doğu Divanı’nı yazıyor, Hz. Peygamber’e (s.a.v.) adanmış çok hoş ve derin bir şiir yazıyor, “Bu din asla boşa gitmez” gibi ifadelerle, “İslâm, Allah’a teslimiyetin ifadesi ise eğer / Hepimiz İslâm içre doğar ve İslâm içre ölürüz” gibi dizelerle İslâm’ı övüyor, Hâfız’a özenip Kur’ân’ı aslından okumaya ve ezberlemeye çalışıyor. Ve bütün bunları İslâm’a karşı önyargının olduğu bir zeminde yaparak, bu önyargının bir derece aşılmasını sağlıyor.)
Yaşadığı zaman diliminde Avrupa’daki en dahi isim olduğu düşünülen Goethe’ye soruyorlar: “Dehanın alâmeti nedir?” Verdiği cevap çok kısa ve dâhiyane: “Dikkat ve sabır.”
Bu harikulâde cevap, bize şu dersi veriyor: Asıl mesele, IQ’muzun, zekâ düzeyimizin ne olduğu değil. Kişi vardır, IQ’su yükseklerde dolaşır, ama o bu harikulâde zekâsını duyduğu cümlelerdeki harfleri tersinden okumak veya duyduğu anda telefon numaralarını hâfızasına almak veya bütün dünya liglerindeki son elli senelik maç sonuçlarını ezberden söylemek için kullanır. Yahut, zekâsı çok ileride de olsa, bugün bir o işe tevessül eder, yarın bıkıp bırakır, ertesi gün bir başka işe kalkışır, öylece zekâsını heba eder gider.
Velhasıl, asıl mesele IQ’muzun kaç olduğu değil, zekâ düzeyimiz ne olursa olsun ‘dikkat’ ve ‘sabır’la donanmış olup olmadığımızdır.
Çünkü dikkat iledir ki, fark edilmesi gerekenin farkına varırız. Ve sabır iledir ki, geliştirilmesi gerekeni geliştiririz. Zira, hangi alanda olursa olsun, bir eserin, bir değerin ortaya çıkması önce farkındalık gerektirir; sonra da farkına vardığımız şeyi geliştirip belli bir kıvama kavuşturacağımız bir süreç...
Goethe’nin dehanın alâmeti sorusuna cevaben söylediği bu iki kelime, yazı hayatının da anahtarı. Daha önce de yazmıştım; ‘yazar doğulmaz, yazar olunur.’ Bazıları aksine iddia etse de, doğuştan yazar, doğuştan sanatçı diye bir şey yoktur. Belki bazıları başlangıç itibarıyla daha yeteneklidir, ama son tahlilde kelimeleri tutarlı cümleler halinde bir araya getirme yeteneğine sahip herkes yazar olma yeteneğine de sahiptir. Ama onların hepsi değil, onlar içerisinden bazıları yazar olur. Neden? IQ’ları diğerlerinden daha yüksek olduğu için değil. Kendilerinde olan yeteneği (1) dikkat, (2) sabır ile geliştirdikleri için…
Meselenin dikkat kısmını birkaç yönüyle açalım. Yazarlık, her şeyden önce, bir dikkat meselesidir. Çünkü, en başta, bir yazı konusu belirler, zihninde bir ana fikir belirir, yazımızı onun etrafında işler, örer, inşa ederiz. Hayat akıp giderken yazılmaya değer o konuları fark etmek, zihninden akıp giden düşünceler içinden şu düşüncenin bir yazıya çekirdek olabilecek değerde olduğunu görebilmek, ancak dikkat sayesinde mümkün olur.
Konuyu dikkatle belirledik, ana fikri bir köşeye not ettik diyelim. Bu yazı kime anlatılacak, nasıl anlatılacak? Yazının birinci muhatabı olarak gördüğümüz hedef kitle ile kullandığımız üslup, anlatım tarzı, kelimeler uyumlu olacak mı? Doğru bir düşünceyi doğru adrese doğru biçimde anlatabilecek miyiz? Bunun için de, hayata dair, insanlara dair, hangi durumdaki kişiye hangi konunun nasıl anlatılabileceğine dair bir gözlem, görgü ve tecrübemizin olması gerekir. İnsanı ve toplumu; insanları ve toplulukları iyi tanıyor olmamız gerekir. Bu da yine dikkatle mümkündür.
Konuyu belirledik, ana fikri not ettik, birinci muhatabın kim olduğu da zihnimizde netleşti, bu muhatap kitleye bu konu nasıl anlatılır, onunla ilgili de bir kanaatimiz oluştu diyelim; ama elde henüz yazı yok. Yazı hayalde var, elde yok. Peki, bu güzel fikir, bu önemli konu bu muhatap kitleye derli-toplu bir yazı halinde nasıl sunulacak? Bunun için, bir taraftan okuma-araştırma, diğer taraftan gözlem, öte taraftan da düşünme-yoğurma ve sonuçta yazma aşamasına geçmemiz lâzım. Bir kere yazmak da ekseriya yeterli değildir; üzerinden bir daha, bir daha çalışmamız gerekir.
Yani, her yazı bir yolculuk gerektirir, bir süreç ister. Bazılarının zannettiğinin aksine, ‘bir anda hayaline geliverip hızlıca yazmakla bitiveren’ bir şey değildir yazı. Yolculuk gerektirir; hatta çok uzun, nice seneler süren bir yolculuk, sürekli taş üstüne taş koymamız gereken bir yolculuk... Okumalarımız, düşündüklerimiz, gözlemlerimiz bize yazı konuları düşündürür; bu konuları yazmayı dert edindiğimizde yeni okumalar yapmamız, düşünmemiz, yoğurmamız, yazmamız, tekrar yazmamız, ince işçilikli bir kez daha yazmamız icap eder. Yani, yazmak için ‘dikkat’le birlikte ‘sabır’ da şarttır.
Geçen ay Yazı Atölyesi’ne aktardığım paragraflarında, İslâm’a bakışı yine takdir yüklü olan, Goethe gibi yine Hz. Peygamber’e (s.a.v.) adanmış hoş bir şiir de yazan Rainer Maria Rilke, ne diyordu? “Her şeyi içte taşıdıktan sonra doğurmalı. Bir duygunun her tesirini her tohumunu tamamıyla içinde, karanlıkta, söylenemeyende, şuur altında, akla erişilmez olanda olgunlaştırmaya bırakmalı, sonra da büyük bir alçakgönüllülük ve sabırla yeni bir aydınlığın yere ineceği anı beklemeli: işte ancak buna bir sanatçı gibi yaşamak denir. Burada zamanı ölçmek yoktur. Burada yıl yoktur. On yıl hiçbir şeydir. Sanatçı olmak demek; hesap etmek ve saymak demek değildir. Sanatçı olmak, baharın fırtınası içinde göğüs gererek, ya arkadan bir yaz gelmezse diye düşünmeden, özünü zorlamadan bir ağaç gibi durarak olgunlaşmaktır. Yaz gene de gelir, ama yalnız sabredenlere gelir. Ölümsüzlük önlerine serilmiş gibi tasasız, sakin ve geniş olanlara gelir. Ben bunu günden güne daha iyi anlıyorum. Onu gönül borcu duyduğum acılar içinde kavrıyorum: Sabır her şeydir!”
Sözün kısası, meselâ ilimde, sanatta, sporda, ticarette, açıkçası hayatın hemen her alanında olduğu gibi yazı hayatında da asıl mesele ‘doğmak’ değil, ‘olmak’ meselesi. Yazı hayatındaki kaderimizi, yola çıkarken elimizde olanlardan fazla, yolda elimizde tutabildiklerimiz ve yolda elimize alabildiklerimiz belirliyor. En başta da, bu işin ‘dikkat ve sabır’ gerektiren uzun bir yolculuk olduğunun farkında olabilmemiz…
Rilke “Yaz gene de gelir, ama yalnız sabredenlere gelir” demişti ya, bir kelimesine sadece bir harf eklersek, bu söz aynı derecede doğru olur: “Yazı gene de gelir, ama yalnız sabredenlere gelir!”
Metin Karabaşoğlu'ın Yazısı.