1915’lerde meydana gelen bu hadisenin ardından, onun torununun çocuğu olarak, neredeyse 100 yıl sonra Kudüs’e gelmek, bende ayrıca ailemin köklerine dönüyormuşum gibi bir izlenim de uyandırdı. Zeytindağı’ndan Kudüs’e bakarken, aynı yerden, 30’lu yaşlarda bir genç adamın da baktığını hissetmek… Ve bu genç adamın soyundan gelerek, Kudüs’ü ziyaret etmek…

Uçağımız Tel-Aviv Ben Gurion Havaalanı’na doğru alçalırken, çoğu Kudüs’ü görmemiş grup üyelerimizde heyecanla karışık bir tedirginlik vardı. Havaalanındaki güvenlik işlemlerinin gerektiğinden fazla karmaşık ve bıktırıcı olduğunu söylemişti çünkü daha evvel gidip gelenler. Hatta geçtiğimiz yıl, dört gün havaalanında bekletilen bir kafile ülkeye hiç sokulmadan Türkiye’ye geri gönderilmişti. Ama hamd olsun, havaalanındaki işlemlerimiz bir buçuk saatten az bir sürede bitti.

* * *

Kudüs’teyiz. Bâbu’-Amûd ile Bâbu’z-Zehrâ arasında, surların hemen karşısında bulunan otelimize yerleştik. Vakit kaybetmeden Harem-i Şerif’in yolunu tuttuk.

Müslümanların en kutsal mekânlarından Harem-i Şerif’e girmek istiyoruz, ama karşımızda bir barikat var. İki genç asker tarafından durduruluyoruz. Türkiye’den geldiğimizi söyleyip pasaportlarımızı gösterdikten sonra, askerlerin bıktırıcı ve taciz edici muamelesine maruz kalarak içeri süzülüyoruz…

Avluda, zeytin ağaçlarının arasında kıble istikametinde biraz yürüyünce, Kubbetu’s-Sahra bütün ihtişamıyla karşımızda... O anda yaşananlar kesinlikle tam olarak anlatılamaz. Çok özlenen birine kavuşmuş gibi mi? Adı hep duyulan birini görmüş gibi mi? Sevilen mi, özlenen mi, istenen mi, övülen mi, duyulan mı? Karmakarışık ama eşsiz duygular içindeyiz.

Kubbetu’s-Sahra’nın güneyinde, İslâm’ın ilk kıblesi, mahzun mabed Mescid-i Aksâ’dayız az sonra. Burası, biraz Emevî Camii’ni andıran, muhteşem bir yapı. İçindeki sütunları ve sonsuzluk hissi veren uzunluğuyla gerçek bir mabed. Mescidin her tarafını gezdik ve akşam ile yatsı namazlarını cemaatle kıldık. Allah’a hamd olsun, güzel bir Kudüs akşamında, üç vakit namazı arka arkaya Mescid-i Aksâmızda kılmış olduk.

Yatsı ezanından önce, Ağlama Duvarı’na bakan minareden harika bir kaside okundu. Daha sonra da gür bir yatsı ezanı… Başta Yahudiler olmak üzere, bu ezanları ve kasideleri bütün Kudüslülerin dinlemekte olduğunu düşünmek çok çarpıcıydı. Herhalde Müslümanlara en çok böyle zamanlarda kızıyorlardır.

* * *

Ağlama Duvarı’nın önünde toplanana el çırpan, başlarını taşlara yaslayan Yahudileri izliyoruz. Şenlikli ve etkileyici bir görüntüydü doğrusu. En güzeli de, akşam ezanının okunmaya başlamasıydı onların törenleri sırasında. Ezan sesi, onların seslerine karışırken, önümüzde oluşan manzara Kudüs’ün özeti gibiydi.

İçimizden yine o denklemi tekrarladık: “Bu problem, kolay kolay çözülmez!”

Bu problem, yani Kudüs’ün kime ait olması gerektiği problemi. Kudüs, asla tek bir dine bırakılamayacak kadar özel ve kutsal bir şehir. Burayı her dinin / mezhebin en entelektüel ve fikirsel düzeyi yüksek insanlarından oluşan özel bir komite yönetmeli. Şehrin siyasal ve kültürel sorumluluğu onların elinde olmalı. Ne Müslüman fanatikler, ne Yahudi fanatikler, ne de Hıristiyan fanatikler… Kesinlikle onlar ellerini sürmemeliler Kudüs’e. Şehirde her dinin kendine göre mekânları ve hakları olmalı; buralar o komite tarafından güvence altına alınmalı. Başka türlü Kudüs huzuru asla bulamayacak.

* * *

Kudüs benim açımdan, köklerimi aradığım bir şehir oldu daha çok. Hem İslâm ümmeti olarak, tarihin akışı boyunca aynı davanın temsilcileri olan Allah elçilerinin tebliğ köklerini, hem de daha kişisel bir ailevi hatırayı aradığım:

Dedemin babası, Molla Yusuf adıyla bilinen bir adammış. 1880 doğumlu olan Molla Yusuf, Birinci Dünya Savaşı patlayacağında, seferberliğin ilan edilmesiyle askere çağrılmış. Aynı anda diğer iki erkek kardeşi Mustafa ve İbrahim de askere alınmış. Molla Yusuf’un şansına Suriye cephesi düşmüş. Mustafa Yemen taraflarına gitmiş ve bir daha dönmemiş. İbrahim ise Kafkas cephesinde tam yedi yıl kalmış.

Molla Yusuf, Cemal Paşa’nın emrinde cepheye yollanmayı beklerken hastalanmış ve Kudüs’te, Zeytindağı’na yakın bir noktada bulunan Osmanlı hastanesinde tedavi altına alınmış. Hastalığı çok uzun sürdüğünden, Kudüs’ten ayrılamamış savaş boyunca. Daha sonra, Kudüs Osmanlıların elinden çıkmadan, kendisi gibi yatalak hastalardan iyileşenlerle beraber, memleketine dönmüş. Yürüyerek Lübnan üzerinden Adana’ya, oradan Mersin’e ve Anamur’a gelmiş. Hastalanmasaymış, belki de savaşın çarkında heder olup giden binlerce masum genç gibi, o da tarihin derinliklerinde kaybolup gidecekmiş.

1915’lerde meydana gelen bu hadisenin ardından, onun torununun çocuğu olarak, neredeyse 100 yıl sonra Kudüs’e gelmek, bende ayrıca ailemin köklerine dönüyormuşum gibi bir izlenim de uyandırdı. Zeytindağı’ndan Kudüs’e bakarken, aynı yerden, 30’lu yaşlarda bir genç adamın da baktığını hissetmek… Ve bu genç adamın soyundan gelerek, Kudüs’ü ziyaret etmek… Bunlar tarifsiz duygulardı benim açımdan. 


Taha Kılınç'ın Yazısı.