İneceği yer için 200-300 km. kala alçalmaya başlayan bir kuş cinsi gördün mü sen? İniş sonrası kaptanı alkışlayıp tebrik eden bir uçak dolusu zavallıyı görse, karga nesli gülmekten telef olup gitmez mi?

Eskinin uleması bazı eserlerini ahbâb u yârânının talep ve ısrarı üzerine kaleme alırmış… İş bu yazı da hatırı pek kıymetli insanların ısrarı üzerine yazılmıştır.

Lütfi Bey dedi ki: “Hadi uğurlar olsun! Dönüşte güzel bir umre yazısı bekleriz senden.” “Hee… oluur!” dedim içimden… Zaten gıcık kaparım gezi-gözlem yazılarından… Ben Mısırdayken… İtalya’ya gittim geçen yaz… diye başlayıp gördüklerini anlatanlar beni pek alâkadar etmez. Yediğin-içtiğin de senin olsun, gördüğün güzeller de… Güzeli ben kendi gözümle görmeyince, tasvirini neyleyim! Nedim Bey istediği kadar Pekin ördeğini methetsin, bir porsiyon getirmeyince, bal demekle ağız tatlanmıyor… Osmanlı eserlerinin fazla görülüp yüzlercesinin hesapsız-kitapsız yıkıldığı bir şehirde yaşarken, burnumun dibindekine dönüp bakmazken, Avrupa’dakileri mi merak edeceğim…

Bir iki hatırı sayılır kıymetli abi de Medîne’de bana: “Dönünce buralar hakkında kim bilir ne hikâyeler yazacaksın bakalım? demez mi! Haylaz bir çocuk mızıkçılığıyla:

- Yazmayacam işte… Yazmayacam… Çatlayın meraktan, dedim geçtim içimden…

Bir sohbet sonrası, orada neler gördüğüm bir kere daha sorulunca, baktım olmayacak eh bakalım dedim, hadi yazıvereyim… Ama Mekke-i Mükerreme’nin yahut da Medîne-i Münevvere’nin güzelliklerini, Kâ’be’yi görünce ne hissettiğimi, yaptığım ilk duayı, Mescid-i Nebevî’nin evsafını, hissiyatımı falan anlatacak değilim…

Anlatacaklarım biraz farklı olacak… Mescid-i Nebevî’de her görenin hayranlıkla seyrettiği teknolojik iki harika var. Onların zihnimde canlandırdığı düşünceleri paylaşayım istedim... Bu iki güzel şeye ben de ilkin pek tutulsam da, sonra bir konudaki eksikliğimi fark ettim. Herhalde mescid’e yapılan hizmetin esas gayesi de bu olsa gerek: İnsanlar bunlara hayret etsinler de sonradan kendi eksiklerini anlasınlar!

Biri Mescid-i Nebevîdeki neredeyse 150–200 m2’lik devasa şemsiyeler. Hava basıncıyla çalışan bu şemsiyeler hem gölgelik oluyor hem de sıcağı altına geçirmiyormuş, kumaşı özelmiş. Yanımda oturan bir abi ne kadara mal olacağını bile tahmin etti. En azından her biri 250 bin avro falan edermiş. Açılırken kapanırken bir görseniz… İnsan hangi birini seyredeceğini şaşırıyor… Tamamen sessiz çalışmaları da başka bir hayret mevzuu.

İkincisi ise Peygamber Efendimiz’in Mescidindeki hareketli kubbeler. Daha önce herkes gibi benim de duymuşluğum vardı; ama bir türlü aklıma yatmamıştı: Koskoca kubbe nasıl hareket eder ki! Hani insan boş bulunsa, saf zamanına denk gelse; az önce üstünde duran kubbenin gidip semadaki yıldızların kendisine göz kırptığını görünce: “Yıllardır tesbih çeker sabırla bu günü beklerdim. Aha sonunda ben de erdim. Nihayet gözümden gaflet perdesi kalkıverdi de, öteler ötesini görmeye başladım!” deyip şevkinden raks urup semâ eder.

O garibana gülseniz de, şu bizim bildiğimiz kubbelerin orada adamlar hareketlisini yapmışlar. Gıldır gıldır açılıp tıkır tıkır kapanıveriyor… Kaç insan gördüm hukemâdan fuzelâdan; kimi hayret ile parmağın dişler, kiminin gayret-i dîniyye ile gözünden süzülür yaşlar; hayran hayran kubbenin açılıp kapanışını seyrederler. Bendeniz de sarılıp cep telefonuma, kamerasıyla kaydettim durdum bir zaman.

Boşuna dememişler ya, “Alışmış kudurmuştan beterdir!” diye... Bunu daha sonra fark eden ben diyorum ki şimdi, oracıkta Rabbimden gelen bir azâb ile kubbe kadar taş düşseydi kafama, millete ibret olsam sezâydı…

Ne yapayım ben insanım ve Rabbime karşı son derece nankörüm. Bu dünyada bunca yıl yaşayınca alışıveriyorum taşına toprağına… Basitin basiti bir düzenekle çalışıp yılda en az birkaç defa bakım ve tamirden geçen topu topu on metre çapındaki kubbeciğin, bir ileri-bir geri hareketine hayran kalıp… O kubbeden görünen, milyarlarca yıldızın göz kırparak “Hişt! Buraya bak len!” dediği koskocaman bir gök kubbeyi görmüyorum ya!

Hey gidi Rabbim! Madem beni yaratacaktın, bari yarattığın davarlara, öküz kullarına birazcık daha akıl veriverseydin ya! Hiç yoksa benden bir farkları olurdu.

Yaşadığın dünyanın kubbesi yıllardır açılır-kapanır durur. Gündüz dersin adına, masmavi bir kubbe çekerler, bulutlarla desen çizerler. Güneşi içini ısıtır. Geceleyin sen uyuyasın diye karanlık bir kubbe çekerler, kandili ay olur, yıldızlarla donatırlar kıpır kıpır…

“Zaten ezelden bir perde çekilmişken gözüne, kul yapısı koca bir kubbeyi gözüne perde etmenin âlemi neydi be Harun!” dedim başladım kendime kızmaya: “Hidrolik şemsiyeye hayran kalan yarım akıllı hilkat garibesi! Sen gezdiğin, dolaştığın kırlarda, bayırlarda çiçek açmış bir ağaç altında gölgelenmedin mi? Otladığın medeniyet çayırında açılmış bir çiçek de mi görmedin a eşek sıpası!”

Daha birkaç sene evvel, Florya’ya gidip Atatürk Hava Limanına inen uçakları hayran hayran seyreden kuş beyinli de sen değil misin? İneceği yer için 200-300 km. kala alçalmaya başlayan bir kuş cinsi gördün mü sen? İniş sonrası kaptanı alkışlayıp tebrik eden bir uçak dolusu zavallıyı görse, karga nesli gülmekten telef olup gitmez mi?

Haliç’i dolduran on binlerce insan, su üstüne dizilmiş 3-5 metrelik engellerin arasından çarpmadan geçebilen (!) pır pır uçaklara hayran hayran bakarken… Gölgesinden oturdukları ağaçların dalları arasında binbir cıvıltıyla uçuşan kuşları görmezler ya!

Bizim kuşlar incecikten bir ağaç dalına konuverirken… Süzüm süzüm hayran bakışlarla seyredilen sözüm ona teknoloji harikası uçaklar, bilmem kaç yüz metrelik iniş pistlerine, kocaman uçak gemilerine inemeyip de denize çakılmazlar mı ya!

Şimdi ağacın tepesindeki iltifat etmediğin o kuş var ya! Küçük bir cilveyle başına pisleyiverse… Tutar bir de garibana kızarsın. İyi de mübarek, kuş senin o akılsız red-bull kafana pislemeyip de daha ne yapsın!

Kendime kızmaya ara verip şunu düşündüm bir an… Farz ettim ki, anadan doğma bir âmâyım… Görmeden yaşadığım yirmi dokuz yılın sonunda, otuzuncu yaşıma girdiğim gün uyandığımda, Âlemlerin Rabbi bana, “Bir doğum günü hediyesi de benden olsun! Belki hakkı-hakikati görürsün…” deyip gören bir çift göz hediye etse… Siz de düşünün bir ân…

Her şeyi ilk defa o gün görsen… Cenâb-ı Hak aklına mukayyet olmasa, akla ziyan bin bir manzara karşısında delirmez misin? Gördüğün ilk köpek… Karşılaştığın ilk kedi: “Deli misin, dîvâne misin! Dört saat oldu be! Manyak gibi beni seyredip durma!” deyip de saldırmaz mı sana! Hayretten kaçmak da delmez ki aklına…

Anneni görsen ilk defa, babanı görsen… Küçük kızın “Öp babacım!” diye yanağını uzatsa… Durur da karşılarında kim bilir kaç gün seyredersin.

Karnın acıksa… Yumurtayı kırmaya, salatayı ısırmaya, elmayı soymaya, tarlada bulduğun domatesi yere koymaya kıyamazsın… Yıllardır üzerinde dolaştığın çimenlere kim bilir kaç gün basamazsın, bir çiçeği dalından koparacak olsalar, yüreğin dayanmaz, inan ki bakamazsın... Bir sahil kenarına götürseler, seni kimseler tutamaz, hemen atlar suya girersin, sen dahi kendine mâni olamazsın. Aylar geçse de sen her seferinde eve sırılsıklam dönersin. Bulduğun her deniz kabuğunu iplere dizer boynuna asar gezersin… Küçük bir sarı civcivi, bir ördek yavrusunu görsen ilk kez, insanlığını unutursun, tavuk gibi, ördek gibi ardına düşer dolaşır durursun.

Ey, cep telefonunun polifonik sesine kulak kabartıp da kuş cıvıltısını duymazdan gelen sağır insan… Dijital fotoğraf makinesinin 10 mega piksel merceğine takılıp kendi gözbebeğinden habersiz sığır… Hidrolik şemsiyeye meftun, hareketli kubbeye hayran olan ah zavallı zıpır! Sen şu alıştığın dünyada daha ne gördün ki, bir de gördüğüne hayret edersin…

Yâ Rabbi geç de olsa anladım ya! Dünyanın “yedi harikası”ndan dem vuran aklını peynir ekmekle yemiştir. Artık iman ettim ki benim kızımın kirpikleri Çin Seddi’nden daha güzeldir, misliyle harikadır. Bir laz uşağının nev-i şahsına münhasır burnu, Mısır Piramitlerinden daha ihtişamlıdır. Bir kulunun kel kafası, İskenderiye Fenerinden daha ziyade aydınlatır etrafını. Bir kuşun çer-çöple kurduğu yuvası El-Hamra sarayından âlâdır. Bir göbek marul, Karun’un hazinelerinden kıymetlidir, vesselam… 


Harun Kırkıl'ın Yazısı.