Hangi meslekle, hangi ilim dalıyla uğraşırsak uğraşalım, Arapça öğrenmek bir zorunluluk bizim için. Kur’an’ı, İslam’ı, İslam kültür mirasını önemsiyorsak tabii. 

Merhum Muhammed Hamidullah Türkiye’deki bir konferansına şöyle başlıyor:

“Size İngilizce hitap edebilirim, Fransızca hitap edebilirim, Almanca hitap edebilirim, Urduca hitap edebilirim, hatta kendimi biraz zorlasam Türkçe de hitap edebilirim. Fakat size Arapça hitap edeceğim, çünkü Arapça biz Müslümanlar için ana dilimizdir, çünkü Peygamber Efendimiz’in zevce-i tahireleri bizim analarımızdır, onları ümmü’l-mü’minîn (müminlerin anası) olarak yâd deriz, bütün müminlerin analarının dili Arapça’dır.”

Çok hoşuma giden bu güzel tespiti farklı isimlerden duymuştum. Nihayet Üstadı bizzat dinleyenlerden İsmail Kara’nın bunu kayda geçtiğini gördüm. (Sözü Dilde Hayali Gözde, s. 218) Evet, Peygamber Efendimizin değerli hanımefendileri, bizim annelerimiz oluyorlar. Bizzat Kur’an’ın ifadesi bu. (Ahzap Suresi, 6) Annelerimizin konuştuğu dil Arapça idi. Dolayısıyla Annelerimizin dilini öğrenmemiz, anlayabilmemiz ve konuşabilmemiz gerekiyor. Mantık gerçekten güzel!

Aslında sözün varıp dayanacağı nokta, Arapça’nın Hz. Peygamberin (s.a.) dili olmasıdır. Canımızdan aziz bildiğimiz Peygamberin. Ona indirilen mucize kitabın dili olmasıdır. İşte Kur’an’ı, Hz. Peygamber’in hadislerini bize hitap ediyor gibi okuyup anlamak için bir gerekliliktir Arapça öğrenmek. Orijinalinden, araya herhangi bir vasıta girmeden.. Kur’an’ın, Hz. Peygamber’in çağrısına doğrudan muhatap olmak, gerekliliğin ötesinde müstesna bir duygudur.

Arapça, Kur’an’ın inişiyle birlikte Kur’an dili olmuştur. Zaman içinde Kur’an’ın ruhu ve dilin zenginliği etrafında halka halka İslam kültür ve medeniyeti oluşmuştur. Dolayısıyla bu kültür ve medeniyetin derinliklerine inmek için de bir gerekliliktir Arapça.

Farisi, Berberi, Türk, Hint, Malay, Arnavut… İslam’a giren bütün bu milletler bu kültür ve medeniyete katkı için seferber olmuşlar, Kur’an diline hizmeti bir şeref bilmişler. Bu milletler varlıklarını bu dil ve kültüre borçlu oldukları gibi, kendi dil ve tarihlerini öğrenmek için de bu dile başvurmak durumundalar. Sözgelimi biz Türklerin tarih ve kültüründen söz etmek için, İslam tarihi ve kültüründen, bir başka deyişle Arapça’dan söz etmemiz gerekiyor. Çünkü bu toprakların insanları en ciddi eserlerini bu dilde vermişler, bir anlamda bu dil ve medeniyetle birlikte varlık sahnesine çıkmışlar.

Örnek olarak Kaşgârlı Mahmud’un Dîvânü Lügâti’t-Türk’ünü ele alalım. Bu eser, Türk dilinin, lehçelerinin ilk sözlüğü; Türk coğrafyasını, şiirini, folklorunu, geleneklerini anlatan bir arşiv olma özelliğine sahip. Ancak Arapça bilmeden bu kitabı anlamak mümkün değil. Zira eserin dili Arapça. Hatta orada kayıtlı olan pek çok kelime, deyim bugün Türkçe’de kullanılmıyor. Bunların ne olduğunu da Arapça karşılıklarından öğrenebiliyoruz.

Öte yandan Arapça yüz yıllarca yüksek bir ilim dili olmuş. Dini ilimler olduğu kadar, pozitif bilimler de bu dille yazılmış çizilmiş. Öyle ki İslam dünyasının doğusundan batısına binlerce kütüphane nadide eserlerle dolup taşmış. Diğer milletlerin bu ilmî gelişmelere bigane kalması düşünülemezdi. Dolayısıyla Arapça öğrenmek gayr-i Müslim toplumlar için de ciddi bir açılım demekti.

Şu tespit vakıayı açıkça ortaya koyuyor: “Avrupa üniversitelerindeki eğitimin temelini, hiç istisnasız en az beş veya altı yüzyıl boyunca oluşturan yegane olgu, Arapça kitapların, her şeyden önce bilim konusundaki Arapça metinlerin Latince’ye ve kısmen de diğer bazı Avrupa dillerine çevrilmesi oluşturmuştu.” (Gustave Le Bon, İslam Medeniyeti)

Cemil Meriç, İbn Haldun’u orta çağın karanlık gecesinde muhteşem ve münzevi bir yıldız olarak nitelendirir. Mukaddime’sini de çağları aydınlatan bir fecir... Bu eser, 1862-68’de Fransızca’ya çevrilir. O günden sonra Batı, o büyük kaynaktan sık sık faydalanır. Ne var ki iktibaslarını saklı tutar. Tarih felsefesinin ve sosyolojinin babası İbn Haldun’dan ne Vico bahseder, ne Marx, ne Weber. Meriç haklı olarak irfanıyla övünen bu kıtanın yaptığının, havsalaya sığmaz bir hayasızlık ve cehalet olduğunu söyler. (Umrandan Uygarlığa, s. 140,141)

Evet, bu dün böyleydi. Bugün de böyledir. Müsteşrikler Arapça öğrenimini ve bu dildeki eserleri tercüme işini hiçbir zaman bırakmamışlardır. Zira -farklı amaçlarının yanı sıra- oradan elde edecekleri çok şey vardır hala. Bir gerçek daha var ki onların Arapça öğrenmedeki titizlik ve maharetleri bizden çok çok ileri düzeydedir.

***

1940’lı yıllar… İstanbul’un çeşitli kütüphanelerinde müsteşrikler harıl harıl çalışıyorlar. Bugün ilimler tarihi uzmanlarının en önemlilerinden biri olan Prof. Fuat Sezgin, o günlerde Hellmut Ritter’le tanışıyor. Dünyanın gelmiş geçmiş en büyük oryantalisti kabul edilen bu zat, Fuat Sezgin’e Arapça öğrenmesini söylüyor. Zira Müslümanların çok zengin bir ilim mirası vardır; bu da ancak Arapça öğrenilerek keşfedilebilir. Bu işareti alan Sezgin, 6 ay gibi kısa bir sürede, yoğun bir çalışma temposuyla Arapça’yı halleder.

O gün bu gündür, Fuat Sezgin, İslam kültür ve medeniyetine hizmet etmeye devam ediyor. Edisyon kritiğini yaptığı yüzlerce Arapça kitap; kütüphane kütüphane dolaşıp tespit ettiği eserler, gün yüzüne çıkardığı Müslüman bilginlerin bilimsel çalışmalarıyla…

Bu örnekten hareketle şunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bir dili öğrenmek uluslar için yeni bir dünyayı keşfetmenin ilk adımı olduğu gibi, bir insan için de öyledir. Gerçekten her dil bir dünyadır. Siz o dili öğrenmekle, o dünyanın kapısını aralamış olursunuz. Çünkü dil, o milletin hafızasıdır; düşünce tarzı, yaşayış, hayatı algılayış biçimidir. Hele bu dil, zirvesine ilâhi vahiyle ulaşmış, pek çok millet tarafından işlenmiş ve onların ortak mirası olmuşsa..

Mehmet Âkif merhum, henüz çocuk denilecek yaştadır. Hukuk mektebi talebelerinden Ispartalı Hakkı’ya Muallim Naci tarzında yazdığı gazellerini okumaktadır. Önceleri sesini çıkarmayıp sadece dinlemekle yetinen Ispartalı Hakkı, bir gün dayanamaz ve Âkif’e çıkışır: “Bu devirde bu gazeller ayıptır. Sen bu şâirliği bırak da evvelâ lisan öğren. Ondan sonra şâir mi olacaksın, âlim mi, seninle konuşuruz.” (Dücane Cündioğlu, Bir Kur’an Şâiri, s. 89.)

Zaten dil öğrenmeye merakı olan Âkif, o günden sonra daha bir ağırlık verir bu işe. Arapça, Farsça ve Fransızca’da mükemmel denebilecek bir seviyeye ulaşır. Âkif’in bu dillere vakıf olması, onun ufku geniş bir mütefekkir, büyük bir dava adamı, büyük bir şâir olmasında önemli bir etken olarak görülmelidir.

Özellikle Arapça sayesinde o, doğrudan Kur’an’ı ve İslâmi kaynakları anlama imkanına kavuşmuştur. Bunun yanında Cemaleddin Afgani, Muhammed Abduh, Reşit Rıza gibi o dönemde İslam dünyasının yeniden uyanışının öncüleri olarak görülen mütefekkirleri yakından tanıma fırsatı bulmuştur. Ve bu birikim ve tanışıklık ona inkılapçı, ümmetçi, “Kur’an şâiri” Mehmet Âkif hüviyetini kazandırmıştır. Bir başka ifadeyle Âkif Arapça’yı bu mükemmellikte bilmemiş olsaydı, belki bugün tanıdığımız Âkif olmayacaktı.

Dil bilmek, her zaman için artı bir değerdir. Dil, insanın var oluşuna yepyeni anlamlar katar. Gözünün önüne bambaşka ufuklar açar. Dil, bir dünyanın anahtarıdır. İşte Arapça, İslam kültür ve medeniyetinin anahtarıdır. Öte yandan bugün geniş bir coğrafyada canlılığını sürdüren bir dildir. Dolayısıyla sözünü ettiğimiz anlamlar daha bir zenginleşecektir elbette. Bu ufuklar daha bir enginleşecektir.

Hangi meslekle, hangi ilim dalıyla uğraşırsak uğraşalım, Arapça öğrenmek bir zorunluluk bizim için. Kur’an’ı, İslam’ı, İslam kültür mirasını önemsiyorsak tabii. Bu, dinimiz adına böyle olduğu gibi, uzun zamandır ilişkilerimizi kopardığımız Müslüman coğrafyamız için de böyledir. Belki en önemlisi, çoktandır derinliğini iyice kaybeden düşünce dünyamız için böyledir.

Düşünce dünyamızdaki kaybın boyutlarını görmek isteyenler, çok uzağa değil, 50-60 yıl önce yazılmış olan ilmî kitapların seviyesine bir göz gezdirmeliler. 


Mesut Kaya'ın Yazısı.