Yusuf Deren

"Genç dediğimiz insanların beğenileri, zevkleri başkaları tarafından çok kolay belirlenebiliyor. Yapıyorsun bir dizi, insanların önüne koyuyorsun. “Alın bunu bir sene konuşun” diyorsun. “Ben yenisini yapınca onu da konuşursunuz.”

Ashab-ı Kehf gibi 300 küsur yıllık uykumdan uyanmadım. Rip Van Winkle da değilim. Bunun için Lost adında bir dizinin, Kurtlar Vadisi gibi bir yapımın varlığından elbette ki haberdarım.

Birincisini hiç izlemedim. İkincisinin ise bir bölümüne bir arkadaşımın evinde maruz kalmıştım. Yetenek düşmanı başrol oyuncusu bir binanın tepesine (hastaneydi galiba) helikopterle iniş yapıyordu. Zekâmıza hakaret eden bu sahne arz-ı endam ederken ben gülmekten kırılıyor, evdeki diğer insanlarsa nefeslerini tutmuş pür dikkat ekrana bakıyordu. Biraz sonra gelecek böreklerin hatırına güldüğümü fazla belli etmedim. O gece anladım ki Türk insanının akşamları değerlendirmek gibi bir sorunu var. Veya yok…

Bunları bir farkındalık oluşturmak ya da böbürlenmek için söylemiyorum. “Televizyon izlemiyorum” filan da demiyorum. Televizyon izliyorum. Ama böyle herkesin sürü halinde izleyip, bu da yetmezmiş gibi birbirlerine anlattıkları programlardan hazzetmiyorum. Birisi bulunduğum ortamda filanca dizinin bilmem kaçıncı sezonunu izlediğinden bahsedince bir anda koşarak oradan uzaklaşmak geliyor içimden. Diyor ki adam: “Dün akşam beş bölüm izleyip öyle yattım.”

“Aferin çok iyi yapmışsın!”

Demek ki o bölümleri izlemediği zaman kendini eksik hissediyor. Ortamda o konudan bahsedilince o da konuşmak istiyor. Ne diyelim, varsın konuşsun…

Burada, bence, sorun şu: Genç dediğimiz insanların beğenileri, zevkleri başkaları tarafından çok kolay belirlenebiliyor. Yapıyorsun bir dizi, insanların önüne koyuyorsun. “Alın bunu bir sene konuşun” diyorsun. “Ben yenisini yapınca onu da konuşursunuz.”

(İşin reklâm, para boyutuna girmiyorum. Bu konuda söyleyeceklerim klişe anti-emperyalist laflardan pek öteye geçemeyecek.)

* * *

Bir de şöyle bir şey var: “Dizim başlayacak…”

Nasıl yani? Dizinin senaristi veya yapımcısı filan mısın? Yok. Yönetmeni de değilsin. O halde dizi nasıl senin oluyor? Efendim şöyleymiş: Mesela adamın (veya kadının) haftada izlediği birkaç dizi varmış. O diziler onun dizileri oluyormuş. Mağazadaki görevlinin “Hiç makinem kalmadı beyefendi” demesi gibi bir durum. Tuhaf yani…

Şimdi şöyle bir sahne kuruyorum kafamda. Anadolu’nun ücra bir köşesinde üç dört bin nüfuslu bir kasaba. O kasabada tek katlı bir ev. Anne, baba ve üç kardeş. İki kardeş henüz küçük. En büyükleri on altı yaşında bir kız. Baba ailesini ziraatla geçindiriyor. Anne inek sağıyor, çapa yapıyor, çocuk bakıyor, yani her Anadolu kadını gibi ne iş olsa yapıyor. Kız seneye üniversite sınavına girecek. Hayatında İstanbul’u hiç görmemiş. Şimdi bu kızın her akşam şu anda popüler olan dizlerden birini izlediğini düşünelim. Kızın, ailesinin yaşadığı yoksulluğa ve yoksunluğa isyan ettiğini, İstanbul’u sadece Teşvikiye’den ibaret zannettiğini, televizyonda gördüğü kişileri kusursuz, kendi çevresini ise her şeyiyle çirkin olarak kabul ettiğini düşünelim. Yıkıcı, dramatik bir tablo…

Devamı: Köylü kız okumaya büyük şehre gider. Birinci dönemin sonunda yurttan ayrılıp arkadaşlarıyla eve çıkar. Her tatilde daha bir değişmiş olarak köyüne gelir. Kılık kıyafet hemen değişir de en son değişen hep diksiyon olur.

Yazı zannedersem şöyle bitebilir: Bize ait olmayan hayatlara kendimizi bu denli kaptırmaya devam edersek ne oralı ne de buralı tuhaf bir formda yaşayıp gideceğiz. 


GENÇ'ın Yazısı.