En güzeli hayrı isterken, bize isabet edenin de hayırlı olduğunu düşünmek ve gelene razı olmak galiba. Ne istemekten vazgeçmeli insan (Allah’tan istedikçe) ne de razı olmaktan. Zaten olanda hayır vardır. 

Teorisini bildiğiniz şeyleri, pratik hayatta tekraren öğrenmek gerek. Gerekiyor yani iş başa düştüğünde. A ben bunu biliyordum diyorsunuz birden, sonra bir yerlere iliştirdiğiniz cümleler anlam kazanıyor. Ben bunu biliyordum cümleleri, ben bunu yaşayarak öğrendim derinliğini kazanıyor.

Her şeyin hayırlısını iste tembihine karşılık, Allah’ım hakkımda hayırlısını ver duasını eder insan. Ve zanneder ki aslında, istediği her şey hakkında hayırlı olandır. Böyle diyorum çünkü ayeti kerime ile bir başka uyarı daha geliyor insana. Hayır bilip istediklerimiz hakkımızda şer, şer bilip kaçındıklarımız da hakkımızda hayırlı olabilirmiş. Olabilir. Olur da. Çünkü böyle söylüyor Cenab-ı Hak. Demek ki hayırlısını isterken bunu da hesaba katıyor olmamız gerek. Hayırlı sanıp istediklerime kavuşamayabilirim, kavuşursam mutlu olmayabilirim. Şer sanıp kaçındıklarım da başıma gelebilir. Fakat bana isabet ettiklerinde, hiç zannetmediğim kadar mutlu olabilirim.

İşte bunların hepsi teorik cümleler. İnsan başına gelip de yaşadıkça bu cümlelerin içini dolduracak.

Öyle birinden bahsedeyim ben şimdi size.

Gencecik bir taze. Daha on altısında. İlk aşk ve ilk acı kapısını çalmış. Platondan miras bir sevgi ile tutkun sarı saçlı bir zalime (sarı çıyan). Birkaç sene geçiyor üzerinden sessiz duruşunun. Nihayet danıştığı birinin tavsiyesine uyarak açılıyor karşı tarafa. Tabi karşılık gelmiyor. “Size çok saygı duyuyorum” sözleri hangi aşığı teselli eder ki?! Acısı öyle büyüyor ki, yüreğinin derinliklerine çöküp kalıyor. Derler ya bazen, ilk aşk gibi olmaz hiçbiri ya da aşk zaten ilktir ancak. Belki de bu sözleri kanıtlıyor hala hatıraları. Hayata bakışı olgunlaşsa da bir hata yapıyor. Diyor ki, seveyim ve sevileyim, o zaman dünya güllük gülistanlık olur. 

Tabi dualarında hayırlısını istiyor sürekli. Hayırlı zannettiğini istiyor, ki belki de şer hükmünde bir şeyi istiyor. Bir gün yine çok seviyor. Seviliyor da bu defa işin garibi. İlk acının ardından, hemen herkes gibi o da, sevilmeye layık olmadığını düşünüyor çünkü. Alışkın olmadığı, beklemediği bir şey bu kadar sevilmek. Sevince karşılık görmek. Alnında Mecnun’un kaderinden bir kara sürüldüğünü düşünüyordu. Leyla’nın saçlarından bir kara. Fakat seviliyor işte. Dönüp dünyaya bakıyor. Güllük gülistanlık olması gereken dünyaya. Fakat ne sesi, ne görüntüsü, ne de kokusu beklediği gibi değil dünyanın. Yine her şey zor, hayat zor, yaşamak zor, dillenmek zor, susmak zor, kavuşmak imkansız. Allah’ım hayırlısını ver diyor yine boynu bükük. Sevmek ve sevilmek bir araya gelse de, yetmeyebiliyor işte, anladım, hayırlısını ver Allah’ım. Sanırım sadece sevilmek yeter insana. Biri beni çok sevsin, kafi.

Hâlâ ısrarlı insan, kendince kurallar koymaya hayata. Sen misin bunu diyen, kader (ağ örücü) bir “çok seven” çıkartır karşısına. “Sensiz bir hayat düşünemiyorum” diyecek bir çok seven. Ama yine gönül mutmain değil. Hani en güzeli seven bir insanla karşılaşmaktı, hani en güzeli seven birine evet demekti. İnsan böylesi bir sevgi ile beslenince, zorluklar kolay, sıkıntılar şifa, dertler deva olacaktı... Hani en güzeli?

En güzeli hayrı isterken, bize isabet edenin de hayırlı olduğunu düşünmek ve gelene razı olmak galiba. Ne istemekten vazgeçmeli insan (Allah’tan istedikçe) ne de razı olmaktan. Zaten olanda hayır vardır. 


Rabia Gülcan Kardaş'ın Yazısı.