Varoluş Bilinciyle Diriliş: Huzursuz Bacak
Yunus Emre Tozal
Huzursuz Bacak, tüm kıyıda köşede kıstırılmış çocukları tekrardan oyuna çağıran o ıslıktır.
Sibel Eraslan
Türk hikâyeciliğinin önemli simalarından Mustafa Kutlu, çıkardığı son kitabı “Huzursuz Bacak” ile tekrardan gündemimizde. Kitabı okumaya başladığımda aklıma ilk olarak Sır (1. Basım 1990) kitabı geldi. Zira Huzursuz Bacak, yazarın daha önce yayımlamış olduğu Sır adlı kitabındaki “Satılık Huzur” hikâyesinin başlangıçtaki bir buçuk sayfası ile başlıyor. Okumaya devam ettikçe Ya Tahammül Ya Sefer (1. Basım 1983) adlı hikâyesini de zihnimde canlandırdığımı itiraf etmeliyim.
Huzursuz Bacak’da Kutlu’nun hikâyenin içine gizlenerek anlatan üslubuyla, ciddi bir modernizm eleştirisi ve insan/ımız/ın “öteki”leşmesi analizleri göze çarpıyor. Daha önceki hikâyelerinde fikirlerini açık açık beyan etmeyen bir Mustafa Kutlu hikâyesi ile karşı karşıyayız. Hikâyenin tüm sınırlarını kullanan Kutlu, farkında olmadığımız “ötekileştirilme”ye, modernin insanı/mızı nasıl etkilediğini sorguluyor ve içinde bulunduğumuz çağın resmini çizerek Türkiye manzarasını hem psikolojik açıdan hem de sosyolojik açıdan gözler önüne seriyor.
“Ötekileştirilme” sürecinden hareketle “ötekileşen” bizleri, hayal kırıklıklarını, umutların nasıl harcandığını, davadan uzaklaşmaları, dönüşümleri, bir zamanlar gecesi gündüzüyle hakkı söyleyen, söylemeye çabalayan insanların nasıl dünyevileştiklerinin sosyolojik boyutlarını hikâye diliyle ciddiyete bindiriyor Kutlu.
Yurt dışına çıkıp bir müddet çalışan, aynı zamanda da eğitimini devam ettiren ve yıllar sonra memleketine dönen Ömer Faruk’un hayretleriyle başlayan Huzursuz Bacak, Ömer Faruk’un insanımızın kimlik problemlerini tahlil ederek devam ediyor. Baba ocağına dönen Ömer Faruk, umduğu, hayal ettiği manzarayı, eski dostlukları, samimiyeti, inancı göremeyince arayışlara giriyor. Modern tablo karşısında gittikçe şaşkınlığı artan Ömer Faruk, yaşananlar karşısında bir noktadan sonra algılayamıyor, dayanamıyor ve Huzursuz Bacak hastalığına yakalanıyor. Çok duygulandığı anlarda yürüyemez hale geliyor, kalbi sıkışıyor.
Ömer Faruk ülkesine geri döndüğünde ekonomiden üniversitelere iş çevrelerinden sosyolojiye eğitimden siyasete kadar birçok asıl meselenin çözülmeyip sathi meselelerin çözüldüğünü, ülkede uğruna mücadele edilecek bir fikir kalmadığını gördükçe umutsuzluğa kapılmıyor, aksine “Aramakla bulunmaz, lakin bulanlar arayanlardır” düsturunca hakikati aramaya devam ediyor. Genç adam modernizmin bulaştığı her şeye isyan etmesiyle, yüreğini isyan ahlakının sönmemiş kıvılcımıyla tutuşturup hakikati varoluş felsefesinde, toprakta buluyor. Tek sığınabileceği limanın, tekrardan yeşerip dirilişini gerçekleştirebileceği tek sadık yârin toprak kaldığı hisseden Ömer Faruk, kendisini kâinatı anlamaya vererek arınmaya; tekrardan yaratıcıya adayış ve adanış sürecinin başlamasına veriyor.
Her bölümünde bir değişim ve dönüşümü ele alan Kutlu, Mücahidlerin müteahhitliğini, fikir kulüplerinin gece kulüplerine çevrilmesini, İslamî Camianın en büyük hatalarından olan “bizden olanı ezme, dışardan geleni baş-göz etme” hastalığını, edebiyatın fonksiyonunu lirik bir üslupla anlatıyor. Özünü kaybetmeye meyleden İstanbul’umuzu sorguluyor, Gedikpaşa’dan Çifte Gelinler’e, Süleymaniye Kütüphanesi’nden Kumkapı’ya, Laleli Camii’nden Merkez Efendi’ye, Edirnekapı’dan Eğrikapı’ya yürüyerek şehrin yitik anlamını arıyor.
Kutlu, Ya Tahammül Ya Sefer’de sorguladığı dönüşümleri, değişimleri Kapıları Açmak’ta sessiz kalmayarak ilahi çağrıya ses verilmesi gerekliliğinin üzerinden Huzursuz Bacak ile varlığın hikmetini idrak ederek, dirilişi sabah ezanıyla birlikte abdest alıp namaz kıldıktan sonra güneşin secde edişini izleyerek gerçekleştiriyor.
Artık bacaktaki tıklama durmuş, yürek tıklamaya; yeşermeye başlamıştır.
GENÇ'ın Yazısı.