Rüya Vakti Bitmek Üzeredir
Mustafa Bozoklu
Her varlık var olması gereken zamanda hiçbir sapma göstermeden var olur. Biz Müslümanlar bu hakikate takdir-i ilahinin beşeri hayata şaşmaz tecellisidir diyerek iman ederiz. Hiçbir beşer nerede, ne zaman, nasıl gibi soruların cevabını kendi iradesiyle kararlaştırarak var olmaz. İman etmiş olduğumuz bu hakikatin hikmeti de özünde mündemiçtir: Hepimiz içerisinde vücut bulduğumuz çağa söylemekle yükümlü olduğumuz bir söz borçluyuz. Bu sözün söylenmesinden kaçınmak yahut böyle bir sözün inkârına yeltenmek, içerisine doğduğumuz dünyaya ve zamana hataen geldiğini ima etmektir. Hepimiz çağın ihtiyacı olan ve çağın şartlarına göre ana belleğimize kodlanmış olan çağrıyı dış dünyada açığa çıkarmak yükümlülüğü altındayız. Cemil Meriç’in üslubuna nazireyle ifade etmek gerekirse; ancak çağa düşmanca tavır takınmak gayretinde olanlar, kimi zaman haklı sebeplere sahip dahi olsalar, bu çağı yaşanmaz kılanlardır. Her çağ onu imar ve ihya edecek çağrısıyla birlikte var olur. İnsana düşen bu çağrıyı inkâr değil izhar etmektir. Sufilerin deyişiyle muradımızın peşinde mürid olmak hayatımızın yegane varoluş gayesi olmalıdır. Aksini iddia etmek, yeni bir din tebliğ etmek kadar abesle iştigaldir. Bu sözlerden sonra elbette bu batını zahir kılma meselesinin nasıl olacağınıda soruyor olmalıyız.
Son birkaç yüzyıllık zaman dilimini tanımak/tanımlamak üzerine söylenen sözler akıl almaz bir çöplüğe dönüşmüş vaziyettedir. Tarihimiz modern düşüncenin doğuşuyla beraber hakikatten kopuk, “birbirini ilga etmiş” harabe kuramlarla doludur. Bu düşünsel/entelektüel yığılmanın veya bocalamanın nedeni, tarihte ilk defa “insanın” kendi inşa ettiği bir dünyaya “kendi”liğini kaybederek yabancılaşmasıdır. Diğer bir deyişle varlık var olmaya yabancılaşmıştır. “Allah’ım bu dünyaya ben niye geldim?” sorusu bir çağın insanlarının içine hapsolma tehlikesi yaşadığı bu amansız girdabın dış dünyaya yansımasıdır. Bu soruya Müslümanlar tarafından verilmiş cevapların da ekseriyetle ezberden sarf edilen sözler olduğu gerçeği herkesin bir iç muhakemeyle varabileceği bir sonuçtur. Önemli olan husus hakikat ışığında verdiğimiz bir cevabın bilinç aşamasına yükselip bizim şahsiyetimizin ve yaşantımızın temel belirleyici sabitesi haline gelip gelmediğidir ancak Müslümanlar olarak bizlerde henüz böyle bir bilinç aşamasından söz etmek mümkün gözükmemektedir.
Ahmet Davutoğlu’nun “ben idraki”, İhsan Fazlıoğlu’nun “kendilik bilinci” diyerek kavramsallaştırdığı varlığını, varoluş sebebini anlamışlık seviyesi günümüzün zihni “temel ilkeden” koparılmış, dünyevi olana zihni hapsedilmiş, melekûti düşünme melekelerini kaybetmiş biz insanları için anlaması elbette kolay olmadı, olmamaya da devam ediyor. “Bunu neden böyle yaptın?”, “Bunu neden istiyorsun?” gibi sorulara yaşantımızın her anı içerisinde salt dünyevi cevaplar veriyor olmak “kulluk bilincinin” “ben idrakine” yükseltilememiş olması demektir. Nitekim “modern Müslümanlar” olarak gündelik yaşantımızda “kulluk” halimiz dünyevi tutkularımızın dışında bir kabuk olmaktan öte geçiyor mu, öz haline gelebiliyor mu sorgulanması gereken önemli bir konudur. Protestanlığa gizliden öykünülerek vasat bir duygusal tatmin aracına indirgenmiş, elif, vav harfleri gibi sembollere hapsedilmiş günümüz Müslümanlığının da bahsettiğimiz ben idrakine sahip bir hal ile yaşam sürmesi mümkün gözükmemektedir.Yusuf Kaplan’ın şiirsel bir ifadeyle “çağın ağları” diyerek tasvir ettiği bu semboller gerçeklik dünyasında hiçbir karşılığı olmayan, ayartıcı bir görüntü çağının piyasasına İslam’ın ve Müslümanların sürüklenmesinden başka bir fayda getirmemektedir. Bu pragmatist amaçlara hakikatin tecellisi olan din-i mübin-i islamı alet etmek, şeriatı lafzen dile pelesenk etmek şu zamanda dini çıkar amaçlı bir piyasa malzemesi etmekten öte geçmemektedir. Tüm bu cümleler ne hazindir ki yüzyılımızın vahim ahvalini izah etmeye çalışan bir kaç kısa tasvirden ibarettir. Ancak bu endişe verici gidişata rağmen mesul olduğumuzun bilincinde davranmak zorundayız. Şimdi bu zorundalık sonucuna varmamdaki nedeni de sorguluyor olmalıyız.
Sezai Karakoç’a göre, çağımız insanının uzay araştırmalarına veya okült eğilimli tarikatlara yoğun bir eğilim göstermesindeki yegâne sebep “metafizik ürperti”den yoksunluktur. Metafizik ürperti bizim ne’liğimize verilecek cevabın hissedilebileceği son şuur aşamasıdır. Ki biz Müslümanlar bu ürpertiye erişmek için, Müslüman olmayanların asla anlayamayacağı bilginin en yüce aşaması olan hakikatin kutsal metnine sahibiz. Kutsal metnimiz olan Kur’an-ı Kerim ile kuracağımız bağlantı ve Hz. Peygamber’in sünneti ile ortaya koyacağımız yaşantının bizi eriştireceği “kulluk bilinci” Karakoç’un bahsettiği gerilimin doruk noktasını teşkil etmiştir. Nitekim Hz Peygamber’in “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol.” (Hûd Sûresi, 11/112) ayet ve suresine nispetle “Beni ihtiyarlattı” demesi hayatı müddetince yaşadığı metafizik ürpertiye gösterilebilecek yegâne örnektir. Hayatımız müddetince bizi herhangi bir “dert” ihtiyarlatmamışsa, saçımızı ağartacak nokta da zamanımızın her saniyesinde yer etmemişse bizi ebedi hayata bağlayan “ölüm” ile yeterince hemhal olmamışız demektir. İman etmenin kalpteki sarsıntısını hissedemiyoruz demektir. Yakın zamanda ahirete intikal eden Akif Emre’nin ölüme dair sarf ettiği cümleler bu konuda manidardır. Ona göre ölüm bizim varoluşsal sancılarımızın yegâne çözümüdür, ahirete olan iştiyakımızın en mühim bağıdır. “Ağlara” takılmamak için “bağlarımıza” şevkle sarılmak mecburiyeti içerisindeyiz. Şunu sorgulamayız ki imanımız ben idrakine dönüşüp dönüşmediğinden emin olalım: Dün Bedir’de olduğu gibi “yalnızca Allah için çıkılmış” bir yolda sadece dua zırhına dahi güvenip, teslim olabilir miyiz? Evet teslimiyet... İmanın zahire en berrak tecellisidir teslimiyet. Ancak 21. yüzyılın biz asi gençliğine öylesine uzak kalmış bir kavramdır ki imanımızla olan bağını idrak etmekten fersah fersah uzağız maalesef. Modern dünyanın insanın kalbini işgal eden ve ölümü unutturan mendebur eğlence zırvalığına gömülmek bizim ebedi hayatımızın da bir hurdalığa dönüşmesine sebep olabilir. İmtihanımız dünyanın bu türlü iltifatları karşısında mağlup görünürken en azından bir kalp burukluğu yaşamak imanımızın borcudur. Çağa karşı elimiz çoğu vakit bağlı, dilimiz çoğu vakit düğümlü olsa da kalbimiz her vakit ebedi olana açık bir vaziyettedir. Çağa dair söz söylemek bazen söylenmesi gereken bir sözü söylememek (söyleyememek) manasına da gelir ki burada buğz etmenin ne demek olduğunu daha iyi anlayabiliriz. İşte “neden” sorumuzun cevabı bu noktada beliriyor: En vasat haliyle buğz etmek lüzumunu duyması gereken kalplerimiz derin bir gaflet uykusundadır. Kalplerimizi bir an evvel uyandırmalıyız çünkü rüya vakti bitmek üzeredir.
GENÇ'ın Yazısı.