Milli Eğitim Bakanlığı geçenlerde iki senedir üzerinde çalıştığı müfredat değişikliklerinin bir sonucu olarak lise son sınıf biyoloji kitaplarında yer alan “Hayatın Başlangıcı ve Evrim” ünitesini, “Canlılar ve Çevre” başlıklı bir ünite ile değiştirdi. Olay basına “evrim müfredattan çıkartıldı” başlığı ile yansırken MEB uzmanları yapılan değişikliğin gerekçesini “konunun tartışılabilir ve çocukların anlama kapasitesinin üstünde olması” şeklinde açıkladılar. Yıllardır tartışma konusu olan evrim aslında hep dinin alanını daraltmak ve azaltmak için kullanılan bir ideolojik silah olmuş. Hakikat kaygısı ile değil dini ve dindarın temiz imanını bulandırmak için kullanılmış ve zamanla bir tür kutsal ineğe dönüşmüş. Nereden geldiğimizi hiç ispatlayamayacak insanlar şimdi bizden bilimsellik diyerek kendi gayblarına iman etmemizi istiyorlar. Evrim tartışmaları ile önümüze gelen tuzağa düşmeyeceğiz. Biz nereden geldiğimizi biliyor ama esas önemli sorunun nereye gideceğimiz olduğunu düşünüyoruz. Peygamberlerin, hak dostlarının, salih ve sadıkların bildirdiği yaradılışın huzurlu iklimi dururken bilimsellik diye inanmaya zorlandığımız bilinmezliği pazarlayanlar; zihnimizle alay eden, kalbimize kasteden sefih ve sefillerdir.

“Nereden geldik?” sorusu insanoğlunun fıtratı gereği kafasını hep kurcaladı durdu. Bu sorunun cevabını bulma uğruna insanoğlu tarih boyunca düşündü, araştırdı ve yazdı. Peki gerçekten bu sorunun cevabını bilimsel olarak bulabildi mi? En son Aziz Sancar’ın bir konuşmasında sarf ettiği sözler neticesinde tekrar alevlenen evrim tartışması yine kamuoyunda gündem oldu. Kimya dalında Nobel ödülü almış olan Prof. Dr. Aziz Sancar evrimin Türkiye’de eğitim müfredatından çıkarılması üzerine yaptığı bir konuşmada şunları söyledi: “Türkiye’de evrimi ne zaman öğretelim kavgası beni çok kızdırdı. Türkiye’nin çok sorunu var. Bir krizden öbürüne geçiyoruz. Birini bitirdik hemen başladık, hadi evrim üzerine kavga edelim. Kardeşim bırak ya, günah. Ben Allah’a inanıyorum. Evrim de olmuş, olmamış farketmez. İnanan inanır, inanmayan inanmaz. Ama bunu kalkıp büyük bir devlet sorunu yapıp kavga ederek bütün enerjimizi boşa harcıyoruz.” Aziz Hoca’nın bu sözleri normal olarak evrimcileri ayağa kaldırdı. Sözlerinin Türkiye’ye bilerek yanlış yansıtıldığını düşünen Aziz Hoca “Bir gencimiz bilim ve inanç konusunda soru sordu. Ona şu yanıtı verdim: Ben Müslümanım ve Allah’a inanıyorum. Evrime inanmak gibi bir şey yoktur, evrim bir gerçektir ve inanç meselesi değildir.” diyerek olaya açıklık getirdi. Aziz Hoca ayrıca en eski evrimcilerin İslâmın Altın Çağı denen dönemde şimdiki Irak’taki Müslüman bilim adamları olduğunu da sözlerine ekledi.

Peki Aziz Hoca’nın deyişiyle bir “gerçek” olan evrim nedir? Bir insan Aziz Sancar gibi hem Allah’a hem evrime inanabilir mi? İşte bu dosyada bir ideoloji olarak değil, bilimsel bir konu olarak evrimi ele alacağız. Çünkü ideolojiye dönen evrim, özünden saptırılarak Allah’a inanmayan insanlar tarafından inançlı insanlara karşı kullanılan bir silah hâline geldi. Allah inancının karşısına alternatif olarak konan evrim ideolojisi hakkında konuşmayı bile lüzumsuz görüyoruz.

Evrimin Kısa Tarihi

Evrim Teorisi’nin fikir babası Charles Darwin olarak bilinse de türlerin birbirlerinden değişerek oluştuklarını detaylı bir şekilde ilk teoriye döken Lamarck’tır. Fransız bir doğa bilimci olan Lamarck önceleri türlerin sabitliğini savunmasına rağmen 1801 yılında evrimci fikirleri savunmaya başladı. 1809’da “Hayvanbilimsel Felsefe” adlı meşhur eserini yazdı. Lamarck, evrim sürecinin yavaş aşamalarla gerçekleştiğini ve birçok nesil geçtikten sonra yepyeni bir türün oluştuğunu söyledi. Evrim, ufak aşamaların uzun bir zaman boyutu içerisinde birbirine eklenmesiyle gerçekleşen dikey bir aşamaydı ve bu yüzden hissedilemiyordu. Lamarck, canlıları kompleksliğe götüren bir eğilim olduğunu ve bunun Yaratıcı tarafından canlılara bahşedildiğini söyledi.

İnsan en yüksek mükemmelliği temsil ettiği için canlılar insana yaklaştıkları ölçüde mükemmeldi. İnsan, evrimin en son ürünüydü ve maymunumsu canlılardan evrimleşmişti. Böylece Lamarck, Darwin’den önce maymunumsu canlılardan insanın evrimleştiğini açıkça söyledi. Lamarck, çevredeki değişikliklerin canlılarda yeni ihtiyaçlar doğurduğunu, bu ihtiyaçlar sonucunda canlıların hareketlerinin bedenlerinde değişiklikler oluşturduğunu ve bu değişikliklerin sonraki nesillere aktarıldığını söyledi. Kullanılan organlar sinirsel sıvıdan daha çok faydalanıp gelişiyor, buna karşılık kullanılmayan organlar köreliyordu. Bilinen en ünlü örneğe göre zürafaların boyunları yüksek dallardaki yaprakları yiyebilmek için uğraşmaları sonucunda uzamıştır ve bu özellik sonraki nesillere aktarılıp türün özelliği olmuştur. Bu yaklaşım, türlerin oluşumunu doğal seçilim temelinde açıklayan Darwin’inkinden farklıdır. Örneğin Darwinci tarzda uzun boyunlu zürafaları açıklamaya çalışan biri; önce zürafaların kısa boyunlu ataları olduğunu, bunlardan oluşan nesiller içinde bazı uzun boyunlu tipler oluştuğunu ve bu uzun boyunlu zürafaların daha iyi beslenebilmelerinden dolayı, yani daha avantajlı olmalarından dolayı doğal seçilim mekanizmasıyla seçildiklerini, kısa boyunlu olanların ise yok olduklarını söyler. Yani doğada güçlü olan hayatta kalıyor ve neslini sürdürebiliyordu. Lamarck’ın anlatımında çevresel değişiklikler öncedir, bunlar canlıdaki değişime sebep olur. Darwin’de ise tipler önce vardır, doğanın düzenleyici etkisi olan “doğal seçilim” sonra devreye girer ve çevreye uyum sağlayanları seçerken diğerleri elenir. Genetikte sonradan kazanılan özelliklerin aktarılamayacağı fikri ön plana çıkınca Lamarck’ın yaklaşımı gözden düştü ve Darwin ile doğal seçilim mekanizması ön plana çıktı.

Charles Darwin’in dedesi Erasmus Darwin, Lamarck’la hemen hemen aynı dönemde, canlıların bir evrim süreciyle oluştuğundan bahsetti. Erasmus, canlıların daha kompleks bir yapıya doğru evrimleşmelerinin Allah tarafından canlılara verilen özelliklerle mümkün olduğunu ifade etti. Yazılarında savunduğu fikirlerin Kitab-ı Mukaddes ile uyum içinde olduğunu göstermek için Kitab-ı Mukaddes’ten alıntılar yapıyordu. O, Allah’ın, doğa yasaları içinde kalarak ve bu yasaları kullanarak canlıların yaratılışını gerçekleştirdiğini savundu.

Darwin, teorisini ayrıntılarıyla ilk olarak en ünlü kitabı olan Türlerin Kökeni’nde 1859 yılında yayımladı. Darwin’in bu kitabı 1831-1836 yıllarındaki “hayatımın en önemli olayı” dediği Beagle gemisiyle keşif yolculuğunun ve sonrasındaki ayrıntılı çalışmalarının sonucudur.

Darwin’in evrim teorisi; en önemli mekanizması “doğal seçilim” olan, bütün canlıların geçmişte yaşamış tek hücreli “ortak bir ata”dan değişerek geldiklerini söyleyen ve onları “ortak bir soy” yoluyla bağlayan bir teoridir. Günümüzde “evrim teorisi” denildiğinde akla gelen biyolojik teori, temelde, Darwin’in doğal seçilim fikriyle 20. yüzyılda genetikteki gelişmelerin bir sentezidir ki bu yaklaşım “Yeni-Darwinizm” olarak da anılır. Yeni-Darwinizm’in en önemli özelliği, genetikteki en son bulgularla evrim teorisini birleştirme çabasıdır.

Darwin’in ateist olmadığı, bu teorinin ideolojik hale gelmesinde büyük payı bulunan Thomas H. Huxley’in ise Allah’ın varlığı ve yaratıcılığı konusunda agnostik bir tutum takındığı bilinmektedir. Yeni Darwinciler’le bazı hücre bilimciler evrim fikrini ilmî açıdan kabul etmekle beraber dinî inançlarla ilişkilendirmemiştir. Bazı bilim insanları evrim teorisini veya diğer bir deyişle tekâmül nazariyesini tabiatta sürekli değişmeler olduğu fikrine dayandıran ve bu teoriyi Allah’ın hikmetiyle ilişkilendiren Lamarckçı anlayıştan hareketle evrimi bilimsel bir gerçeklik olarak kabul etmiş ve bunu Allah inancına aykırı bulmamıştır. Âkil Muhtar, Seyyid Ahmed Han, Ferîd Vecdî ve Hüseyin el-Cisr gibi müslüman âlimler de evrimin Allah inancıyla ters düşmeyeceği kanaatindedir. Yoktan var etmeye inandığı halde yaratmanın ilâhî hikmet ve inâyet neticesinde evrimsel bir süreç izleyebileceğini, bunun akla aykırı olmadığını ifade eden İzmirli İsmail Hakkı, Ömer Nasuhi Bilmen ve Süleyman Ateş gibi Müslüman fikir adamları bulunmaktadır. Ancak bunların sonuçta yaratıcıyı kabul etmeyen bir evrim anlayışını benimsemedikleri açıktır.

İbn-i Haldun’un Yaratılış Alemine Bakışı

Tüm bunların ötesinde 14. yüzyılda yaşamış olan İbn-i Haldun da bu konularda kafa yormuş ve meşhur eseri Mukaddime’de bu meseleyi kısaca şöyle anlatmıştır: “Yaratılış alemine dikkatle bakınız. Nasıl madenlerden başlamakta, sonra bitkilere, sonra da fevkalade güzel bir biçimde tedricen hayvanlara geçilmektedir. Madenler aleminin sonu, bitkiler aleminin ilkine bitişmektedir. Mesela madenler aleminin son noktasında bulunan maddeler, bitkiler aleminin ilk basamağında yer alan otlara ve tohumsuz bitkilere bitişmektedir; hurma ve asma gibi bitkiler aleminin nihayetinde bulunan nebatat, salyangoz ve midye gibi hayvanlar aleminin ilk (ve en aşağı) basamağında bulunan canlılara bitişmekte ve salyangoz ile sedefte sadece dokunma duyusu bulunmaktadır. Şu mükevvenat ve oluşumlar alemindeki “bitişik olma”, bir sınıf ve sahanın sonunda bulunan bir varlığın ondan sonraki sınıf ve sahanın ilk basamağının varlığı haline gelmek ve dönüşmek için, garip bir istidat ve kabiliyete sahip olması manasına gelmektedir. Hayvanlar alemi genişlemiş, nevilerinin sayısı çoğalmış, nihayet yaratılıştaki tedricilik ile düşünce ve görüş sahibi insana kadar varmıştır. (Hayvanlar alemi) insan olma noktasına, kendisinde zeka ve idrâk toplanmış olan, ama fiilen düşünme ve görüş sahibi olma mertebesine ulaşmamış bulunan maymunlar aleminden geçerek çıkılmıştır. Ondan (yani maymunlar aleminden) sonra insanlar aleminin ilk noktası işte bu olmuştur. (Varlık ve alem hakkındaki) gözlemlerimizin ulaştığı nihai nokta budur.”

Erzurumlu İbrahim Hakkı’ya Göre Canlılar Arasındaki İlişki

Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri meşhur eseri Marifetname’de bu konuya şu sözlerle değiniyor: “Hak teâlânın emri ve yönlendirmesi ile gökler ve yıldızlar dönüp hareket ederek dört unsuru söz konusu başkalaşım kuralına göre birbirine karıştırıp yoğururlar. Böylece dört ana unsurun birleşmesi ve karışımdan; önce madenler, ondan bitkiler, ondan da canlılar meydana gelmiştir. Canlılar olgunluğa ulaştığında insan yaratılmıştır. Bu mürekkep cisimlerin sıralanan dört mertebesi arasında arada olan mürekkep cisimler de vardır. Şöyle ki madenlerle bitkiler arasında orta yerde bulunan cisim mercandır. Çünkü mercanlar katılıkta taş gibidir. Bitkiler zerre zerre denizin dibinden biterek su yüzüne çıkarlar. Çıkınca da kuruyup yaprak olurlar. Bitkilerle hayvanlar arasında yer alan ara canlı hurma ağacıdır. Çünkü o bitki olmasına rağmen hayvanlar gibi erkeğine yakın olmadıkça hurma olmaz. Kezâ başı kesilince helâk olur; kuruyarak ne yaprağı ne de meyvesi kalır. Hayvan ile insan arasında yer alan ara canlıya en açık örnek maymundur. Çünkü kılları ve kuyruğunun haricinde dışı ve içi bütün organlarıyla insana benzer. Bu orta canlıların varlığındaki hikmet şudur: Söz konusu canlılardan her birinin kendi mertebelerinin en aşağısından en üst derecesine erip varlıkların mertebeleri o silsile ile düzene girerek insanlık derecesinde nihayet bulur. Buna göre âlemde cihanın en seçkin varlığı olan insan yaratılmıştır.”

Kafa karışıklılığı oluşmaması için farklı dönemlerde yaşamış olan İbn-i Haldun ve Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın birbiriyle büyük ölçüde benzeşen sözlerine açıklık getirelim. Bu iki büyük alimin söyledikleri tasavvufî bir terim olan “devir” anlayışına dayanmaktadır. Bu görüş, Bakara 156’da geçen “Allah’tan geldik, O’na döneceğiz” ayetinde olduğu gibi varlıkların Hakk’tan gelişini ve O’na dönüşünü açıklamaya çalışır. Varlığı ve nesneleri sudûr esasına göre açıklayan mutasavvıflara göre mutlak varlıktan tecellî suretiyle ayrılan bir nesne, çeşitli değişim safhalarından geçtikten sonra varlıkların en süflîsi olan madde mertebesine kadar iner. Sonra yükselmeye başlayarak yine çeşitli merhalelerden geçtikten sonra geldiği noktaya ulaşır. Mutlak varlıktan ayrıldıktan sonra inişe geçen ve alçalan bir nesne sırayla küllî akıl, dokuz akıl, dokuz nefis, dokuz felek, dört tabiat ve dört unsur seviyesine kadar düştükten sonra yükselişe geçerek yine sırayla madde, maden, bitki, hayvan, insan ve kâmil insan seviyesine kadar çıkar. Devir adı verilen bu yolculukta bütün merhalelerin oluşturduğu seyir çizgisi bir daire şeklinde düşünülür. Devir nazariyesinin ortaya çıkışında, İslâm dünyasında muhtemelen ilk defa İhvân-ı Safâ’nın başlattığı ve İbn Miskeveyh’in devam ettirdiği bir tür tekâmül görüşünün etkisi olmuştur.

Devir nazariyesi Muhyiddin İbnü’l-Arabî, Sadreddin Konevî, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Nâsır-ı Hüsrev, Feyzî-i Hindî ve Yûnus Emre başta olmak üzere pek çok mutasavvıf tarafından benimsenen ve güçlü bir şekilde ifade edilen bir nazariyedir. Ancak evrim teorisini benimseyen insanların Fârâbî’den İbn Sînâ’ya, Muhyiddin İbnü’l-Arabî’den Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’ye kadar birçok filozof ve sûfînin Darwin’in öncüleri kabul edilebileceğini söylemeleri yanlıştır. Çünkü bunların Yeni Eflâtunculuk’a dayanan sudûr nazariyesinden hareketle oluşturdukları varlık mertebelerini veya insan ruhunun Allah’a ulaşıncaya kadarki süreçte yaşadığı mânevî ve ahlâkî kemali ifade etmek üzere ileri sürdükleri devir nazariyelerinin yaratıcıya karşı çıkan günümüzün evrim ideolojisi ile bağdaştırılması mümkün değildir.

Günümüz Düşünürleri Ne Diyor?

Günümüzde bu meseleye kafa yoran çeşitli bilim dallarından insanlar var. Bunlar biri olan Sinan Canan evrimin hâlâ sadece “maymundan gelme” meselesi olarak anlaşıldığını söylüyor. Evrimin tüm canlıların ortak bir atadan geldiğini ve insanın da buna dahil olduğunu anlattığını belirten Sinan Canan’a göre milyonlarca yıl önce yaşamış “ne maymun, ne insan” olan ortak bir ata, uzun bir süreç boyunca bugünkü maymunları ve nihayetinde insanı oluşturacak soylara kaynaklık etmiş gibi görünüyor. Görünüyor demesinin sebebi şimdiye kadar elde edilen delillerin başka bir düşünceye imkân vermemesi. Sinan Canan evrim teorisi ile İslâm’ın zıt olmadığını şu sözlerle açıklıyor: “Kur’an-ı Kerim’de geçen tüm yaratılış öykülerinde İnsan’ın (Adem’in değil) çamurdan; yani ilkin ve dünyevi bir özden yaratıldığını söyler. Pat diye gökten düşürülmediğini, dünyevi hammadde ile zaman içinde şekillendirildiğini ve en güzel kıvama getirildiğini (ahsen-i takvim) açıkça belirtir. Biyolojiyi biraz bildiğinizde, bu ayetler modern biyolojinin şiirsel bir türevi olarak karşınıza çıkar. İnsan’ı Adem yapan şey ne ise, Kur’an’da insana “üflenen” bir özellik olarak anlatılır. Bu üflenen özellik her ne ise, antropologların, biyologların ve insan biyolojisinin farklı alanlarında uzman olanların bir türlü çözemediği, bedenimizin gayet sıradan ve diğer hayvanlara benzeyen özelliklerinin yanısıra, zihinsel melekelerimizdeki bu ilginç “sıçramanın” Kur’ani bir ifadesi olarak değerlendirilebilir. Neticede bedenimiz bir kabuktur; milyarlarca yıl içinde şekillendirilmiş ve en sonunda insana ev sahipliği yapacak kıvama geldiğinde, insan olmakla şereflendirilmiş ve görevlendirilmiş gibi gözükmektedir. Böyle bakınca, modern evrim kuramlarıyla İslam inancı arasında bırakın zıtlığı, müthiş bir tamamlayıcılık ve uyum vardır aslında.”

Yine neredeyse aynı ekolden olan Caner Taslaman, Kur’an’daki hiçbir ifadeyle evrim teorisinin çelişmediğini ve bu sebeple bir Müslümanın evrimci olabileceğini söylüyor. Ancak bunun “Bir Müslüman evrimci olmalıdır” manasına kesinlikle gelmediğini belirtiyor. Diğer yandan din adına “Bu teoriye inanan ateisttir” denilerek veya ateizm adına “Bu teori ateizmi ispatlamaktadır” denilerek bu teoriye zulüm edildiğini düşünüyor.

Ebubekir Sıfil ise evrim hakkında şunları söylüyor: “Bir kimse dese ki kâinatı bir yaratan vardır ve o her türü kendi içinde orijinal olarak yaratmıştır dese ondan sonrasını herhangi bir evrim benzeri düşünceyle izah etmeye çalışsa prensip olarak ben bu insana evrimci demem. Yani bir insan bitkiler bitki türü içinde, hayvanlar hayvan türü içinde bir tekâmüle uğramıştır dese, bu en azından konuşulabilir. Nitekim alimlerimiz ve ariflerimiz arasında bunu söyleyenler olmuştur. Mesela hayvan türünün amipten maymuna doğru bir evrim geçirdiğini söylesek, bunu konuşsak konuşabilir miyiz? Konuşabiliriz. Yeterki hayvandan insana geçti veya bitkiden hayvana geçiş oldu demeyelim. Bunları konuşmak lazım. Yani bu teoriler dünyada konuşuluyor ama biz üç maymunu oynuyoruz. Bu doğru değil. Cesaretle, açık yüreklilikle ve bilinçle bu konuları konuşmak lazım.”

Bu dosyada evrim teorisinin nasıl bir tarihsel süreçten geçtiğini ve bu konu hakkında söylenenleri size aktararak genel bir portre çizmeye çabaladık. Aktardığımız görüşleri kabul ettiğimiz için değil, siz okurlarımızın meseleyi farklı açılardan görebilmesini sağlamak için paylaştık. Sonuç olarak öyle ya da böyle biz Allah inancımızdan kesinlikle taviz vermeyerek, yaratılışımız hakkında evrim ve benzeri teorileri “Günaha girer miyiz?” korkusu olmadan araştırmalı, konuşmalı ve müzakere etmeliyiz. Bir Müslüman gence yakışan da budur. Nitekim Cenab-ı Hakk, Ali İmran 191’de şöyle buyuruyor. “Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her vakit) Allah’ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler (ve şöyle derler:) Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Seni tesbih ederiz. Bizi cehennem azabından koru!”


EVRİM KARŞISINDA MÜSLÜMAN VE TANRITANIMAZ

HABİP TÜRKER

Doç. Dr., İbn Haldun Üniversitesi Felsefe Bölümü

Din-bilim, din-felsefe ilişkisi tarihte olduğu gibi günümüzde de merkezi bir ilgi odağı olmaya devam etmektedir. İslam tarihinde din-felsefe, daha doğrusu din ve metafizik çatışması olmuşsa da din-bilim çatışması gözlenmemiştir. Din-bilim çatışması daha çok Katolikliğin kurumsal yapısından da kaynaklı olarak Avrupa’da gözlenmiştir. Bugün de başta Amerika olmak üzere Protestan dünyada din-bilim çatışmasını en şiddetli olarak evrim üzerinden görmekteyiz. Ülkemizde de evrim meselesi din-bilim ilişkisindeki en tartışmalı konuların başında geliyor. Öyle ki, evrim çoğu dindarın duymak istemeyeceği belki de yegane konu durumunda. Büyük patlama ya da başka bir bilimsel teori günümüz dindarını bu denli tedirgin etmemekte, hatta bilimle dinin uyuşması gerektiğini düşünen dindarlarımız Kur’an’da bu teorileri destekleyici deliller de bulunduğunu söyleyen görüşlere katılma eğilimi göstermektedir. Aslında dindarların kendini bu kadar saldırı altında hissetmelerinin en önemli sebebi evrim teorisini savunan belli bazı bilim çevrelerinin ve bunları takip eden kesimlerin bunu bilimsel çerçevesinin dışına çıkararak, bunun ne kadar farkındalar bilinmez, metafizik bir çehreye büründürmeleridir.

Evrim canlılığın gelişimine ilişkin tüm bilim adamlarının ittifak ettiği en genelgeçer açıklamadır. Evrim hayatın kökenine, bir yaratıcı olup olmadığına ilişkin konuşmaz. Canlıların başlangıç bir tek hücreden nasıl ağaç gibi dallanıp budaklandığını, türlere ayrıldığını anlatır. Evrim kısa ömürlü canlılar üzerinden sınanabilen bilimsel bir açıklamadır. Hanefiliğin akıl-nakil (ayet, hadis) çatışmasında aklın esas alınıp naklin buna göre yorumlanması ilkesine göre, burada yapılması gereken şey, ayet ve hadisin zahir manasına dayanarak evrimi reddetmek değil, aksine ayet ve hadisleri akli bir faaliyetimizin ürünü olan açıklamaya (evrim) göre yeniden yorumlamaktır. Bir gün yorumlarımız yanlış çıksa bile yanlışlanan ayet ya da hadis değil, ona ilişkin yorumlarımızdır. Bir Müslüman pekala evrimi Tanrı’nın yaratılışta seçtiği yol olarak okuyabilir. Hepimiz doğaya ait yanımızla hayvanız. Demek ki insanın anlamını, eşref-i mahlukat oluşumuzu başka yanımızda aramak gerekiyor.

Kısaca, dinin işi insanla, biyolojinin işi hayvanladır. Âdem insanı dile getirir, hayvanı değil. İkisi karşı karşıya getirilecek hususlar değildir. Eğer evrim eleştirilecekse bunun evrimin kendi içindeki problemleri üzerinden yapılmaya çalışılması bilim ahlakına daha uygundur. Şahsen ben evrime hangi gerekçelerle karşı çıkılacağını bilmiyorum. Biyolojide evrimin var olup olmadığıyla ilgili bir tartışma henüz yok. Bir Müslüman için esas olan Tanrı’nın yaratmasıdır; Tanrı’nın şöyle mi yoksa böyle mi yarattığı hikmet cihetinden, bilimsel merakımız cihetinden önemlidir.


Muaz Erdem'ın Yazısı.