Bilginin cehâlet karanlığını aydınlatan bir ışık değil de kişiye perde oluşu, çoğu zaman az bilmişliğin de bir sonucudur. Hakikat arayıcısına düşen vazife, tevazuyu elden bırakmadan anlamaya odaklanmak, daha iyi bilenlerin yanında bir öğrenci olmaktan çekinmemektir.

Bilgi, insan için yüksek bir değerdir ve aynı zamanda bir güçtür. Kişinin toplum içinde itibarını artırır. Nice imkân ve fırsatların anahtarı olur. Bilgiye hâkim olan milletler de zamanla diğer milletlerin efendisi olurlar. Bu yönüyle bilgi, büyük bir nimettir. Ancak her nimette olduğu gibi ilim nimetinde de gözetilmesi gereken esaslar ve edepler vardır. Bunlara uyulmayacak olursa, kişinin terakkisine değil, tedennisine (düşüşüne) bile sebep olur. Kişiyi cehâlet karanlığından kurtaracağı yerde, bir başka cehâlet çukuruna düşürebilir.

Bilginin kişiyi körleştirmesi, çoğu zaman sahibine aşırı özgüven yüklemesinin bir sonucudur. Cerrahî şeyhlerinden Muzaffer Özak Efendi anlatıyor:

“Bir Cerrahî şeyhi, Boğaz’da bir yalıda bir sünnet düğününe davet edilmiş. Davette milletvekilleri ve devletin üst düzey idarecileri de bulunmaktadır. Ev sahibi, 12-13 yaşlarında henüz zekâsı gelişmemiş bir oğluna, şeyh efendinin dua etmesini rica etmiş. Efendi de çocuğun yaşının ve hâlinin artık geçmiş olduğunu ve duanın fayda etmeyeceğini söylediğinde, bunu zamanın Osmanlı Sıhhat Vekili (Sağlık Bakanı) duymuş. Vekil, Avrupa’da eğitim görmüş bir doktor... Şeyh efendinin duyacağı bir şekilde yüksek sesle ev sahibine:

“Efendim!” demiş, “Artık böyle dert ve hastalıkların duayla muayla geçeceğine inanma devri geçti. Şimdi haplar, iğneler var. Böyle şeyleri artık bırakın.”

Şeyh efendi, gururla koltuğuna kurulmuş Sıhhat Vekili’ne şöyle bir bakmış ve o da herkesin duyacağı yüksek bir sesle:

“Behey eşek herif! Süslü püslü vekil kıyafetine bürünmüşsün, seni gören de insan sanır!” demiş.

Başka bir şey söylemeye lüzum kalmadan Sıhhat Vekili’nin rengi sararmış, morarmış, hiddetten tir tir titreyerek, ter dökmeye ve kekelemeye başlamış. Şeyh efendi devam etmiş:

“Affedersiniz evladım, o kelime size hiç layık olur mu! O çirkin kelimeyi şunun için söyledim: Size hap yutturmadık, iğne vurmadık, bak bir çirkin söz, sizi ne hâllere soktu, neredeyse bayılacaktınız. Peki, bir ‘eşek’ kelimesi insanı böyle harap ederse, Allah Teâlâ’nın Esmâü’l-hüsnâ’sı (Güzel İsimleri) niye bunun aksini yapıp dertlerimize deva olmasın?” deyince, Sıhhat Vekili kalkıp şeyh efendinin elini öpüp af dilemiş.”1

İnsana güç ve değer katan hemen her nimet, kibir, gurur, kendini beğenme, küstahlık ve müstağnilik gibi kişilik hastalığına sebep olan nice virüsleri de bünyesinde taşır. Mal, makam, ilim, irfân ve hatta manevî hâller bile bu çeşit virüsleri taşırlar. İnsan, nimeti vereni unuttuğu ve elde ettiğini kendi iktidarıyla kazandığı gibi bir duyguya kapıldığı durumlarda bu virüsler hemen aktif hale gelirler. Özellikle ilim ve irfan nimetlerinde bu virüsleri harekete geçiren bir diğer unsur da, bu alanlarda kendisinin yeterli düzeyde olduğu inancıdır.

Medeniyetimizin ilim ve irfan geleneğinde, ilim yolcularına öğretilen edeplerden birisi tevazudur. “Her bilenin üstünde daha iyi bilen biri mutlaka vardır” düşüncesi gönüllere yerleştirilir. Bu edebin bir göstergesi de ilmî araştırmalar neticesinde varılan sonuç ne olursa olsun, onun “mutlak hakikat” değil, o gün için ulaşılan bilgiler çerçevesinde “zann-ı galib”in (hakim kanaatın) bu sonuç olduğudur. Bunun içindir ki bu edebe sahip olanlar, ulaştıkları sonucu beyan ettikten sonra “Allahu a’lem” yani “En doğrusunu Allah bilir” ifadesini de kanaatlerinin sonuna eklerler. Bu üslup, her alanda ilmî gelişmenin devam etmesi gerektiğini ve son sözün henüz söylenmemiş olduğu gerçeğini hal-i hazırdaki ve gelecekteki ehl-i ilme hatırlatmış olmaktadır. Diğer taraftan böyle bir edebe sahip kişi, hiçbir zaman ilmî bir doygunluk hissi yaşamayacak, ilme olan açlığı daimi olacak ve böylece yeni bilgilerle daha da yükselecektir.

İnsanın sahip olduğu bilgiler, kesin bir önyargı haline dönüştüğü durumlarda ise, sahibini yeni bilgi kaynaklarına karşı kör ve sağır haline getirebilir. İlk nazarda karşılaştığı bilgiyi mevcut bilgisi ile çeliştiği için hemen inkâra kalkışmak, kimi zaman büyük bir mahrumiyet sebebidir. Özellikle ilâhî bilgi kaynakları diyebileceğimiz Kur’ân-ı Kerim ve Hadis-i Şerifler hakkında konuşurken son derece hassas bir saygı diline ve edebe ihtiyaç vardır. Yine bunun gibi ümmetin hakkında hüsn-ü zan beslediği âlim ve âriflerin değerlendirmelerini de yüzeysel bir bakış açısı ile inkâra yönelivermek kişiyi körleştirebilecektir. Bu konuda Abdülkerim el-Cîlî’nin “el-İnsânü’l-Kâmil” adlı kitabı hakkında ifade ettiği şu tavsiyeleri önemli görüyor ve bunu ilim yolunda bulunan her kişinin bir edeb olarak kuşanması gerektiğini düşünüyoruz:

“Ben, bu kitabımı (el-İnsânü’l-kâmil) okuyup inceleyen kimseden şunu ricâ ederim ki, benim bu kitabımda ele aldığım konuların hemen hepsi, Kur’an-ı Kerim ve Hadis-i Şeriflerle delillendirilebilecek niteliktedir. Şayet kitabımı okuyanın anlayışına nazaran Kur’an’a veya hadislere muhalif bir şey ortaya çıkarsa okuyan bilsin ki, anladığı mânâ, kendi anlaması cihetindendir; yoksa benim izah için kastettiğim muradım noktasından değildir. Bu gibi hususlarda, okuyan zata düşen vazife, hakikatin anlaşılmasına kendisi için bir açılım söz konusu oluncaya kadar yahut kitâbullahdan veya hadis-i şeriflerden delilini buluncaya kadar, o mânâ ile amel etmeyerek, hüsn-ü zannı da elden bırakmamaktır. Bu gibi konularda hemen inkâra yeltenmeyip böyle bir edebe riayet etmenin faydası, hakikati öğrenme imkânından mahrum olmamak içindir. Ve bu alanda idrak için başka bir yol yoktur. Hatta ilk bakışta inkâra sapmakta, kesin bir mahrumiyete duçar olma tehlikesi mevcuttur.”

Bilginin cehâlet karanlığını aydınlatan bir ışık değil de kişiye perde oluşu, çoğu zaman az bilmişliğin de bir sonucudur. Hakikat arayıcısına düşen vazife, tevazuyu elden bırakmadan anlamaya odaklanmak, daha iyi bilenlerin yanında bir öğrenci olmaktan çekinmemektir. 


Adem Ergül 'ın Yazısı.