İbn’ül-vakt, anlam olarak, “vaktin çocuğu” şeklinde çevrilen tasavvufa ait bir kavramdır. Diğer boyutuyla, her vakit içinde, o vakitte işlenmesi en hayırlı olan şeyle meşgul olarak ve kendi vazifesini yerine getirmesidir.

İnsanın en azından dünyada muhatap olduğu zamanı geçmiş, gelecek ve an olarak tasnif edebiliriz.

İnsan vaktine sahip olmalı, geçmişe hayıflanıp, gelecek için endişe ederek, içinde olduğu an’ı zayi etmemelidir. Çünkü geçmiş elden çıkmış gelecek bir meçhul elde olan ise an’dır. Hayat dediğimiz şey işte o an’ların toplamıdır.

Bir başka boyutuyla; zaman da bir emanet ve mahlûkattır. Asıl itibariyle sahibine aittir. İşte tam da burada an içine hapsolmuş insanın buradan çıkabilmesi de sahibinin izin ve iradesine bağlıdır. İmani bakış insana vaktin sahibi değil, vaktin çocuğu olmayı öğretir.

İbn-ül vakt olan geçmişe ya da geleceğe takılı kalmadan zuhurata tabii olur. Hadiseleri olduğu gibi kabullenir kaderle mücadele etmez razı olur.

Tam da burada belki bugünün insanının en büyük meselesi: kendine dönemediği, iç yolculuğuna çıkmak için yalnız kalamadığı, zamanın sahibiyle halvet olamadığı an’larını kendi eliyle heba etmesidir.

Çünkü kendimizle baş başa kaldığımız an, düşünmeye, sormaya ve anlam arayacak iç yolculuğa başlarız.

Kendi kendine hiç kalamamak kendini başkalarıyla paylaşmak kendi kendineyken de başkalarını izlemek çoğunun en çok meşgul olduğu iş haline geldi. Aslında başkalarıyla paylaştığımız an’lar bizi iç yolculuğumuzdan alıkoyan anlardır.

İnsanın kendi içine dönmesi Rabbiyle olma bilincini kazanmaya çalışmasıdır.

Biliyoruz ki kendini bilmeyen Rabbini bilemez.

Hiç bırakamayıp vücudumuza ait bir uzuv haline getirdiğimiz elektronik kelepçelerimiz bizi anı yaşamaktan kendimizi ve Rabbimizi bilmekten alıkoyuyor.

Her hallerini çekip paylaşarak anı yakalayıp hapsettiğini zanneden insanlar aslında anı kaçırdıklarının farkında değiller.

Başkalarının ilgisini çekmeye çalışanlar aslında o ilgiyi zorla rehin aldıklarını algılayamıyor. Bu karşılıklı takip etmek ve edilmek kısır döngüsü travmatik bir kaybet-kaybet oyununa dönüşmüş durumda.

Perdeleri kapalı bizim olmayan bir eve bakma hakkımız var mı?

O evin perdeleri açık olsa bakma hakkımız var mı?

O evin içindekiler kendini bize gösterse bakma hakkımız var mı?

O evin hanımı her giydiği kıyafetle camın önüne günde onlarca defa çıksa her pişirdiği yemeği ve çocuklarını tutup tutup camdan izletse ne deriz?

O camın ev ya da telefon camı olması çok fark eder mi?

Başkaları için yaşamak ve devamlı diğer insanların ilgisinin peşinde koşmak, hayatın esas amacını ıskalamış olmak değil midir?

Her an bizimle beraber olanı unutup hayat boyu başkalarına poz vermek zorunda kalanlar, şahit olarak kâfi olanı bilemeyip her hallerini sanal âleme kaydedenler, gerçek, mutlak ve sonsuz sevgi yerine, kendilerine hiçbir karşılığı olmayan takipçilerin “like”larından beslenen bir hayat inşa ediyor.

Bu oyunda övgü (like) kazandıran şey: Herkül gibi güçlü Afrodit gibi güzel Zeus gibi kudretli olmak, yaşlanmamak, hep zirvede ve muhteşem olmak.

Biz ise günde en az kırk defa tekrar ettiğimizden iyi biliriz ki bütün “like”lar alemlerin Rabbine aittir.


Mehmet Emin Okur'ın Yazısı.