Mustafa Bozoklu

Hayal etmek fiilinin tarihi insanlığın başlarına kadar uzatılabilir muhtemelen bilmiyoruz. Acaba ilk insanlar hayal ediyorlar mıydı? Hayal etmek varoluşumuzla gelen bir yeti mi yahut öğrenilen bir şey mi? Tüm bu suallerin cevapları muamma. Fakat hayal etmekten insanların geçmişte ne anladığı, bugün ne anlıyor olduğu veya gelecekte ne anlayacağı ise bir başka tartışma konusudur. Bahis konusu olan “hayal etmek” meselesinin kendisini değil geçirdiği değişim ve dönüşümdür.

Modern dünyada sinema ve roman insanların hayal dünyasından beslenen ve insanların hayal dünyasını besleyen iki önemli sanat müessesesidir. Şiir ve heykeli ise modern öncesi dönemlerde insanların hayal dünyasını beslemekten ziyade insanların hayal dünyasından beslenen iki sanat dalı olarak tasavvur ediyorum. Hayal dünyasından beslenmek zaten bu sanat dallarını var eden kaynaktır ki buna “ilham” dediğimiz de olur. Gelgelelim bu konuda modern öncesi devirler ile modern devirler arasındaki en ehemmiyetli fark “hayal dünyasını beslemek” meselesidir.

Modern dünya paradoksal bir laboratuvardır ve insan zihni kurcalanmaktan harap edilmiş bir viranedir burada. İnsanlar hürriyeti ararken köleleşmektedir fakat o köleliği 19.yy da tarihin çöplüğüne gömdüğünü ve hiç ummadığı kadar özgürleştiğini düşünmektedir. Zihni “çağdaş hurafeler çöplüğüne” dönüştüğü için yaşadığı körleşme algılama mekanizmasını çökertmekte ve insanlar “insan olmak” kavramından ziyade “insanlık” soyutlamasıyla kendisini yeniden tanımlamaya çalışmaktadır. İnsan insan olmaklığa yabancılaşmıştır. Peki bunun sinema ve roman ile ne bağlantısı var?

Çağ körleşmesi modern dünyada iki araç ile yürütülmektedir: Medya ve edebiyat. Medya sokağında sinema dükkanı, edebiyat sokağında ise roman dükkanı en çok müşteriyi ağırlamaktadır. Sinema ve roman ve özellikle bu ikisinin popüler kültüre has yayınları sınır tanımaz bir pornografik tema ile zihin karartmasına devam etmektedir. Benlik kaybolduğu vakit kaybolacak olan insan olmaklığın ta kendisi olmaktadır. Daha somut ifade etmek gerekirse, çağımızda herhangi bir insan tasavvur edelim ki savaş, kahraman, dünya, teknoloji gibi kavramları hayal ederken zihninde “Star Wars” veya “Spiderman” canlanmasın. Ürünler üreticilerinin varlığını da zihnimize yerleştirmektedir. Aynı şekilde, sosyal medya kullanıcılarının dili incelendiği vakit görülecektir ki pek çok kişi ya romanlardan alıntı yapmakta ya da romanları gizliden üslubunda yaşatmaktadır. Yani insanın bilinçaltı/hayal dünyası yönetmenler ve yazarlar tarafından işgal altındadır. Dünyanın gerçekliği ile yüzleşemeyenler veya yüzleşmek cesaretine sahip olmayanlar, zihinlerini yönetmenlerin yarattığı dünyalarda yaşatmaktadır. İnsanlar hayalde kalmayı hayalde yaşamayı seçmektedir. Şayet film veya sinema salt sanata dair ve sanatın çerçevesi içerisinde yaşıyor olsaydı bu tehlike bahsettiğim ölçüde mevcut olamayacaktı. Ancak pornografik film veya roman sektörünün yoğun bir rağbet ile mevcut olması bu araçların salt sanata hizmet etmediğini gözler önüne sermektedir. Zihnimize ilham olanların doğrudan tabiat-insan-tanrı denkleminden ziyade bir kaç senarist-yönetmen-yazarın hayal dünyasından çıkıyor olması “hayal dünyasını beslemek” kavramına dair ironik anlatımımı açıklamaktadır. Post-modern sürecin dünyada geçerli yaşam şekli haline gelmesinden sonra modernizmin insanı dünya gerçekçiliğinden alıkoyan ve yazarın/yönetmenin gerçekliğine hapseden tutumu yerini daha farklı bir anlayışa bırakmıştır. Örneğin post-modern roman kuşağının ilk akla gelen isimlerinden olan İhsan Oktay Anar’ın romanlarında sık sık karşılaştığımız Uzun İhsan Efendi karakterinin yazarın kendisi olduğu derhal göze çarpmakta ve romanda yazılı olanların kurgudan ibaret olduğu okuyucuya çağrıştırılmaktadır. Modernist romanlardan Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam isimli eserinde ise metropol hayatının en ince ayrıntısına kadar işlendiği, kimi vakit bir caddede esen rüzgarın kımıldattığı yaprağa kadar ayrıntılı tasvirlerin yer aldığı, yazarın metropol yaşantısının bunaltıcı sokaklarından kaçarak kendisine yapay bir dünya türettiği hissedilmektedir. Hayali beslemek/esir etmek ile hayalden beslenmek ifadelerini bu iki örnek üzerinden idrak etmeye çalışmak meseleyi daha anlaşılır kılacaktır.

Günümüzde bilhassa sinema sektöründen haberdar olmak ve ona fikirsel manada hakim olmak entelijansiyaya dahil olmanın başlıca şartlarından birisi haline gelmiştir. Tuhaf olan çağa dair eleştirel konuşanların dahi çağın en temel tecavüz araçlarından birisi olan sinema ve romandan pek dişe dokunur kelam etmiyor olmasıdır. Zira eleştirilen nokta her zaman filmin kendisi değil filmlerden bir film olagelmiştir. Bu nokta oldukça ehemmiyetlidir. Ayrıntının insanı ayartan ve zihnini kimi durumlarda karartan bir yanı vardır. Herhangi bir filmin barındırdığı erotik unsurları izlediğinde feryad figan edenler nasıl normal bir filme karşı hayranlık duyabiliyorlar? Maddi anlamda gerçekleşen tecavüzün perdeye aktarılması ile bizim zihnimizi gerçekten koparan ve onu kontrol altına alan manevi bir tecavüz arasında ne fark görüyorlar? Heidegger’in deyişiyle izleyiciye doğrultulmuş birer silah olan kameralar hiç rahatsız etmiyor mu onları? Bu konunun inandırıcı hale gelmesi için hayal dünyamızın sıkıştırıldığı duvarlara vura vura attığı çığlıkların duyulması mı gerekmektedir? Ben herhangi bir filmi değil “film” olgusunun kendisini sorun etmekten bahsetmekteyim. Zira modernizmi tanımakta ve tanımlamakta çektiğimiz güçlükte buradan kaynaklanmaktadır. Cevheri olan unsurların kendisine yöneltilmesi gereken eleştireler, arazi unsurların kompleks yapısı için boğulmaktadır. Boğulmaktan kurtulmak zihnimizi, benliğimizi ayrıntının ayartısından kurtarıp sadeleşmekte saklıdır. Ancak bu gerçekleştiğinde dünyanın gerçekliğinden kaçıp zihnimizi ustaca yerleştirilmiş kameralara bırakmak yerine ayaklarımızın bastığımız toprağın o soğuk ve yağmur kokulu ıslaklığını hissetmeye başlayacağız.


GENÇ'ın Yazısı.