Mustafa Bozoklu

Dünya üzerinde millet olmak mertebesine erişmiş her topluluk, varlıklarının teminatı olarak semboller üretir. Dört bir yanı maddi ve manevi değerler ağıyla örülü olan toplumlar bu semboller vasıtası ile meşruiyetlerini ispat ederler. Tarihsel bir bağlam üzerine inşa edilmemiş, milletleşmenin ağır badireleriyle yüzleşmemiş olanlar ise kısa süreli birer illüzyon olmaktan öteye geçemezler.

Hollywood’un görkemli ışıklarıyla bezenmiş caddelerinde kurgulanan kahramanlarla yaratılmaya çalışılan Amerikan milleti Anglo-Sakson menşeini inkara yeltense de tarih bu topluluğun peşini asla bırakmayacaktır. Tarihlerinin sonu olarak gördükleri Amerika Birleşik Devletleri’ni üretilen bu sahte kahramanlar asla ve asla kurtarmaya kâfi gelmeyecektir. Roma-Germen İmparatorluğu başarısız bir proje olarak tarihte yok olmuştur. Keza Afrika’nın inşa ve ihyası gayesiyle Türkiye’ye öğrenim görmeye gelen öğrencilerin ülkelerine dönmekteki çekimser tutumları da yine bu mezkur durumun bir alametidir. Ufukta gördüğü vakit gözlerini yaşartacak bir bayrağa, sesini işittiği vakit tarihi dimağına düşürecek bir marşa, dönüpte ömür adayacağı bir millete sahip olamayan toplulukların bireylerinde bu emarelerin görülmesi gayet tabiidir. Milletleşmemiş böyle toplumlarda –Kadim Etiyopya gibi müstesna örnekleri kenarda bırakırsak- bireysel arzuların galebe çalmasına mani olmak ancak bu bireylere tarihsel arkaplana sahip semboller yekunu temin etmekle mümkündür. Bu noktada “tarihsel arka plana sahip olmak” kısmının ehemmiyetini vurgulamak gerekmektedir. Afrikalı çocukların ellerinde görülen al sancağımızı emperyal bir arzu telakki edenleri bir de bu zaviyeden bakmaya davet ediyorum.

Türk milleti olarak bizler ise tarihimizi mevcudiyetimizin yegane temeli olarak gördüğümüz istiklalimizi canhıraş korumak telaşesiyle verdiğimiz kavgalarla geçirdik, geçirmeye de devam ediyoruz. ‘’Türk kimliği ve şuuru; tarih kitabı okutarak, tarihi piyes seyrederek, tarihi film çekerek veya şiirle, müzikle oluşmuş değildir. Doğrudan doğruya kan, ateş ve kavga ile oluşmuştur. Bu nedenle Türk kimliğine sahip olan adam, Xenophobie (yabancı düşmanı) olmuştur ; ister kabul edin ister etmeyin ama bu böyledir.’’ diyen Ortaylı yalnızca hamasi bir tarih söylevinde mi bulunuyor yahut kan ve gözyaşı ile ortaya çıkmış bir milletin kimlik meselesine mi değiniyor? Vatan bellediği toprak parçasını kaybetmemek uğruna on beşinde evlatlarını toprağa tohum diye savuran bu milletin fertleri olarak bizler tarihi her gün yeniden iliklerimize çekmeliyiz. Bilinçaltlarımızı üzerinde ot bitmez bir savaş meydanına çeviren bu tarih Türk olmaklığımızı kıvamına erdiren yegane membadır. Başta ifade edildiği gibi Türk olmak meselesi sadece “varolmak” “ayakta kalmak” telaşesidir. Mekke ve Medine’nin küfür düzeni karşısında muhafazısını temin için Türkiye denilen bu tehlikeli topraklarda var olmak ve bu varlığımızı her vakit farklı sembollerle teminat altına almak zorundalığı içerisindeyiz. Aksi takdirde Türklükten vazgeçmek, on asır evvel Türkleştirdiğimiz bu yurdu terk etmek mecburiyetiyle karşı karşıya kalabiliriz. Bu duruma bir önlem almak istiyor isek gavura gavur demek, gavura gavur gibi muamele etmek imtiyazını yeniden ele geçirmeliyiz. Bir başka deyişle, bayrağımızdaki hilalin veya marşımızda ezan sesleri için söylenilen “ebedi yurdumun üstünde benim inlemel” mısralarının dinimizden mülhem olduğunu hatırlamamız, aslımıza rücu etmemiz gerekmektedir. Burhan sormak beyhudedir aslımıza, zira aslımız bize burhandır başlı başınca. Güneş Dil Teorisi zırvalığını ortaya atanların anlayamayacağı bir noktadır bu.

Erol Güngör “Türk tarihini 1040’tan başlatmalıyız.” ifadesiyle bir hakikate temas ediyor. Türk etnisitesi ancak İslam ile tanışması vesilesiyle oturduğu ontolojik zeminde millet olmaklığa erişmiştir. Anadolu topraklarını yurtlaştırılarak İslam’ı özünde mündemiç kılan Türk kimliği inşa edilmiştir. İslamiyetin kabulü öncesi Türk(?) bayrakları incelendiği vakit görülecektir ki hepsi coğrafi, siyasi, mitolojik destanlardan türetilmiş sembollerle bezelidir. Bugün Türk bayrağı diye adlandırılan hakiki unsur Türk’ün hilal ile münasebetinin akabinde ortaya çıkmıştır. Türk milleti mensubiyetleri neticesinde ürettiği sembollere öylesine bir ehemmiyet ithaf etmiştir ki bayrağındaki al renginin dahi varlığı için döktüğü kandan mülhem olduğunu ilan etmiştir. Çağımızda İslam namına konuşmak salahiyetine sahip tek milletin Türk milleti, tek devletin de Türkiye Cumhuriyeti oluşunda ısrar ediyor olmamızın sebebi al sancağın da hilalini muhafaza ediyor olmasıdır. Kapitalizmin ayartıcı araçları sebebiyle uğranılan milletimizde müşahede edilen nisyan halleri bu hakikati kimi vakit görünmez kılıyor olsa da, 15 Temmuz gibi istiklal ve istikbal mücadeleleri milli teyakkuzun hala devam ettiğine ispat mahiyetinde bir nişanedir.

Neredeyse yüz sene evvel bütün “akvam-ı beşere” karşı yok olmamak gayesiyle verilen mücadelenin milli mutabakat metni olan İstiklal Marşı’nı inceleyenler görecektir ki her mısrası Türk’ü millet olarak yeniden var etmektedir. Bir devlet ve millet tahayyül edelim ki marşının ismi İstiklal! Ve şiirine:

“Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;

Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.”

diyerek başlıyor şair. Yeryüzünde hangi millet millet olmak ve dünya üzerinde bir millet olarak kalmak meselesinde bu kadar acı çekmiştir, bu kadar gözyaşı dökmüştür, bu kadar mücadele vermiştir? Sorunun kendisi dahi ortaya bir “biz” çıkarmaya kafi gelecek güçtedir.

 

 


GENÇ'ın Yazısı.