Ehl-i faziletin kıymetini yine fazilet ehli bilir. Bu haslet, herkes için lüzumlu ise de toplum önderi diyebileceğimiz, âlimlerimize, âmirlerimize, mesuliyet sahibi öncülerimize ve hizmet erlerine çok daha yakışan yüce bir haslettir.

İnsanda tabii olarak iktidar ve büyüme temayülü vardır. Zihniyet ve ahlâk yönünden gelişmemiş ham insan, bu temayülünü başkalarını küçültme, zulüm, baskı, horlama, haset, iftira ve gıybet gibi haksız ve çirkin davranışlar üzerine binâ eder. Düşünür ki böyle yapmakla saygı ve itibar devşirecek ve neticede herkes kendisine gıpta ile bakacak ve nihâyet halk nazarında büyük bir adam olacaktır. Hayır, bu yol insanca bir yol ve yöntem değildir.

Büyüklük, rezâil üzerine değil, fezâil üzerine binâ edilirse büyüklüktür. Gözlerde büyümek değil, gönüllerde büyümek, esastır. Bu büyüme çeşidi, elbette olgunluk ister, erdemlerle buluşmuş, bütünleşmiş bir şahsiyet ister. Bu ise zordur. Böylesi kimselerin büyüklüğü, başkalarının küçüklüğüne bağlı değildir. Ötekini yok ederek değil, var kılarak var olmak ve büyük kalmak, gerçek büyüklük nişânıdır. Şu fazilet tablosu, tam da böyle bir büyüklük örneğidir:

Hüseyin Kutlu Hoca Efendi anlatıyor:

“Alvarlı Efe Hazretleri ile Ali Haydar Efendi birbirini Allah için severlerdi. Her iki zâtın birbirlerine yakınlık derecesini, anlatacağım şu hâdise ifâde edecektir sanırım.

Efe Hazretlerinin mânevî evlâtlarından Mehmet Tekin Bey, o zaman Erzurum Kandilli’de astsubay olarak görev yapmaktadır. Resmî bir görev için İstanbul’a gitmesi gerekir. 1955 yılı. Gitmeden önce Efe Hazretlerini ziyaret eder. Hem izin ister, hem de bir emri olup olmadığını sorar. Efe Hazretleri:

“Oğul! İstanbul Fatih’te Çarşamba denilen bir semt vardır. Orada İsmail Ağa Camii’ne gidersin. Bir vakit namaz kılarsın. Namazdan sonra cemaatten münasip bir kimseye, “Beni Ali Haydar Efendi Hazretlerine götürür müsün?” dersin. Seni alır götürürler. Benim selâmımı, hürmetlerimi arz eder; mübarek ellerinden, ayaklarından öpersin. Eğer şu ihtiyar hasta vücudumun yola tahammülü olsa, ben de seninle beraber gelir, o zatın elini öper, duasını alırdım” buyurur.

Mehmet Tekin Bey, Efe Hazretlerinin emirlerini harfiyen yerine getirir. Fatih Çarşamba’daki İsmail Ağa Camii’nde ikindi namazını kılar. Cemaatten biri onu Ali Haydar Efendinin bulunduğu İsmet Efendi Tekkesi’ne götürür. Onlar da ikindi namazını kılmış, namaz sonrası ikindi hatm-i hâcegânı yapmaktadırlar. Mehmet Bey, kapı aralığında bulduğu bir yere oturur; hatmeye iştirak eder. Hatme bittikten sonra Ali Haydar Efendi başını kaldırıp birini arar gibi cemaatte göz gezdirir. Kapı aralığında oturan Mehmet beye eliyle işaret ederek:

“Sen, kapı aralığında oturan! Gel yanıma” buyurur.

Mehmet Bey, yerinden kalkıp Ali Haydar Efendi’nin önünde diz çöker, el öper. Yine kalkıp yerine gitmek isterken, Efendi Hazretleri onun elinden tutup kendine çeker:

“Oğul, senden güzel bir rayiha geliyor, sen hangi bağın gülüsün?” der. Mehmet Bey alçak sesle:

“Âcizane Efe Hazretlerinin bendesiyim, efendim” diye cevap verir. Ali Haydar Efendi’nin kulakları biraz ağır işittiği için Mehmet beyin ne dediğini anlayamaz. Yanındakiler bir kâğıda yazıp gösterirler. Ali Haydar Efendi kâğıtta Efe Hazretlerinin adını görünce ayağa kalkmak ister gibi toparlanır. Sonra Mehmet beyi bağrına basar:

“Oğul! Öyle bir zâta bende olmuşsun ki, eğer şu ihtiyar hasta vücudumun tahammül edeceğini bilsem, o zâtın ziyaretine gider, elini öper ve duasını alırım. Bak! Bu yanımdakiler şahittir. Hocazâdem Efe Hazretlerinin mektuplarını kefenimin arasına koymalarını vasiyet ettim. O mektupları vesile kılıp Cenâb-ı Hak’tan mağfiret dileneceğim” buyurur.”1

Fazîlet ve kemâl ehlinin birbirine olan muhabbet ve takdiri, ne güzel bir gönül aynasıdır. Böyle bir gönül kıvamı, sahibine daha dünyada iken cennet hayatı yaşatır. Zira cennetteki kardeşlikle ilgili Rabbimiz şöyle buyurur:

“Biz, o cennetliklerin kalplerindeki (birbirlerine olan) kinleri ve kötü düşünceleri çıkarır atarız. Artık hepsi kardeşler olarak tahtlar üzerinde karşı karşıya otururlar.” (Hicr 15/47)

Bu iki zatın her biri, ayrı ayrı bir kanaat önderi (mürşit) olmasına rağmen, hem de kendi mânevî evlatlarının yanında, hürmet ve tâzim ifadeleri ile birbirini bu şekilde fazîletle anmaları, ne güzel bir mânevî liderlik örneğidir.

Yine aynı şekilde, kişileri, kendi gönül verdikleri mânevî liderlikten koparma niyeti taşımaksızın, tam aksine onların kendi üstatlarına karşı bağlılığını daha da artıracak şekilde bir davranış sergilemeleri, ne güzel bir edep örneğidir!

Başkalarının ayıplarını ve eksiklerini ifşâ edip ortaya çıkarmak hüner değildir; esas maharet, bir taraftan sırlı ve hususi bir şekilde noksanlarını ikmâl etme imkân ve fırsatları oluştururken, diğer taraftan da faziletlerini görerek ilişkileri sürdürebilmektir. Ayrıştırıcı değil, birleştirici, ifsâd edici değil ıslah edici olmanın gereği de budur.

Böyle bir bakış açısı ve iletişim kalitesi kazanabilmek, elbette saf ve deryalar kadar geniş bir gönül ister. Hakk’ın hazinesinin, rahmet ve ihsanının sınırsızlığının farkında olan bir gönül. Böyle bir gönle sahip kimselerin dostluğu gerçek bir dostluk, kardeşliği gerçek bir kardeşliktir.

Muhatabın eksiğini bilmekle birlikte faziletine odaklanmak ve onu öne çıkarmak, faziletlerin çoğalmasına da vesile olacaktır. Böyle bir bakış açısını, gaflet temelli safiyane yaklaşımlarla da karıştırmamalıdır. Mü’min, firaset ve basiretiyle kime nasıl davranacağını bilen kimsedir. Bilerek aldanır ve fakat aldatılamaz.

Bu konuda dikkat edilmesi gereken bir diğer husus da, olmayan faziletleri varmış gibi gösterme hastalığıdır. Buna halk arasında argo bir tabirle “yağcılık” denir ki bunun bir kişilik zaafı olduğu açıktır. Böyleleri herkese güya itibar dağıtırken, hakikatte kendilerini itibarsızlaştırırlar.

Netice olarak ehl-i faziletin kıymetini yine fazilet ehli bilir. Bu haslet, herkes için lüzumlu ise de toplum önderi diyebileceğimiz, âlimlerimize, âmirlerimize, mesuliyet sahibi öncülerimize ve hizmet erlerine çok daha yakışan yüce bir haslettir. 


Dipnot: 1- Hüseyin Kutlu, Efe Hazretleri, s. 112-114.


Adem Ergül 'ın Yazısı.