Korkma!
23 Nisan 1920, Hacı Bayram Veli Camisi’nde Cuma namazını kıldıktan sonra Sakal-ı Şerif ve Sancak-ı Şerif alınarak kurban kesip dualarla açılan Millet Meclisi’nde başkanlık oylaması yapıldı ve Celaleddin Arif Efendi bir oyla kaybetti meclis başkanlığını. Yeni devlet yaklaşık yüz yıl önce bu binada kuruldu.
Cumhuriyetçilerin Ankara’yı yoktan var ettiklerine inandığı gün, geçmişini hatırlamayanlar bu şehre sırtını döndü ve Osmanlı’yı kuran Ankara unutuldu. Ahîliğin merkezi olan şehir Osmanoğulları’nı değil Karamanoğulları’nı veya Akkoyunlu’yu destekleseydi tarih farklı yazılırdı. Anadolu beylerbeyinin merkezi olan topraklarda Firigler’in izi, Gordion’un çözülemeyen düğümü, Malazgirt Savaşı’nın efsaneleri var. Bu ovaya kurulan çadırın yerini ne ben bilirim ne de tarih. Gecenin karanlığında eteklerinden kanlar sızıyor. Şeyh elinde kama dışarı çıktığında yüzlerce mürit çil yavrusu gibi kaçışırken önce sağır eden bir uğultu duyuluyor sonra sessizlik. Çadırda sadece bir kadın, bir erkek ve kurban edilmiş koç.
Mehmet Akif’in kaldığı ve İstiklal Marşı’nı kaleme aldığı Tacettin Dergahı’nın merdivenleri öyle dar ki inen ve çıkan birbirine karışıyor. Siyah beyaz fotoğraflarla geçmişi anlatan köşkün sedirinde oturup şiir yazan adam “Korkma!” diyor.
Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak....
Düşman vatanın her karış toprağına bir sırtlan gibi saldırırken o, Sevr Mağarası’nda Ebubekir’i yatıştırmaya çalışan peygamberin ilk kelimesiyle başlıyor şiirine. Kalemine düşen on kıta kocaman adamları, savaşçı ruhları, bebeğini sallayan anneleri ağlatırken milyonlar hep bir ağızdan bağırıyor. Korkma!
Önce Gençlik Parkı’nı geçip Roma hamamlarına gidiyorum sonra Ulus’ta Atatürk heykelinin karşısından seyrediyorum şehri. Cumhuriyete mührünü vuran gazetenin gölgesi düşmüş bu mahalleye. Eski Meclisin kapısından girip dar koridorlarında dolaşıyorum. Zarif bir mescit çıkıyor karşıma. Rahleler açık, ne secdeye yatan ne de Kur’ân okuyan var el dokuması seccadelerin üstünde. İlkokul sıralarımı hatırlatan toplantı salonu bir devletin doğuşuna şahit. Silahların arkasında Kurtuluş Savaşı’nda çarpışan keskin nişancı bir kadının fotoğrafı, Doğu ve Batının fikir ayrılıklarıyla dolu Lozan Anlaşması’nın yapıldığı masa, tahta kutuda bir ahize ve mors yazıcı...
23 Nisan 1920, Hacı Bayram Veli Camisi’nde Cuma namazını kıldıktan sonra Sakal-ı Şerif ve Sancak-ı Şerif alınarak kurban kesip dualarla açılan Millet Meclisi’nde başkanlık oylaması yapıldı ve Celaleddin Arif Efendi bir oyla kaybetti meclis başkanlığını. Yeni devlet yaklaşık yüz yıl önce bu binada kuruldu.
“Dünya kalesinin tamamını gördük ama böylesini görmedik!” diyen Evliya Çelebi keçisiyle meşhur Osmanlı sancağını anlatıyor. Düşman bu kalenin bir taşına bin baş vermeye hazırken güvenliği sağlamak için dizdarların sur dışına çıkması yasak. Seyahatnamesinde övüp bitiremediği kepenkleri duayla açılan on kubbeli, yüz on dükkanlı bedesten artık Anadolu Medeniyetleri Müzesi.
Kaleye yürürken bir kahvede Ankara Zeybeği çalıyor. Surların içinde başka bir şehir gizli. Galatyalılar’ın kurduğu kaleye Roma, Selçuklu ve Osmanlı’nın eli değmiş. Ahiler’in eski mekanında konaklar, dükkanlar ve camiler... Tenha bir köşede darbuka çalan çocuk türkü söyleyen kardeşinin kafasına bir şaplak atıyor. Arkadaşının elinde hapis taklacı bir güvercin. Yaşlı adam Ramazan davulunun kenarlarını örüyor dükkanın önünde “Bir aylık iş bu kızım” diyor. Biraz muhabbet edip Alâeddin Camisi’ne gidiyorum. Devşirme Latin yazılı bir taş sıkışıp kalmış giriş kapısında.
Ankara benim için siyaset, gençlik ayaklanmaları, fikir savaşları ve Cumhuriyetti ama gezmek için geldiğimde farklı bir yüzüyle karşılaştım. Arslanhane Camisi’nin bakımını yapan Mustafa Efendi binayı anlatırken mihrabın işlemelerine, minberin imzasına değdirdi titreyen ellerini. Harp edilen, nefisle savaşılan yerdi mihrap. Tepemde ejderha motifleri, mozaik tozu ve devekuşu yumurtası karıştırılarak yapılan Ayetel Kürsi kuşağının altında kıldım namazımı. Birbirine geçme ağaç tavana çivi çakılmamıştı. Devşirilen sütun başları, adını aldığı arslanlı taşlar yoktu camide.
Bir veli kök salmış bu şehirde. Başında altı dilimli, yeşil kuşaklı sarığı ellerinde taşın, toprağın, buğdayın izleri. Gece gündüz burçak çorbası kaynamış dergahında. Bir şiir düşmüş kâğıda, mahlası “Bayrami” yıllarca dillerde dolanmış bu Allah dostunun ilahileri. Şehir aceleyle koştururken onu ziyarete gelen yaşlılar ve çocuklar yüzlerinde bir tebessüm bahçedeki fıskiyelerin su oyununu seyrediyordu. Güneş Pagan tapınağınnın yıkık duvarında, Anıtkabir’in sütunlarında, Hacı Bayram Veli’nin Türbesi’nde, taklacı kuşların kanadında bir daha battı...
Hande Berra'ın Yazısı.