Kahkaha Kokusu
Ulucami renksiz ama sade değil. Suskun bir güzelliği var taşları oyularak süslenmiş binanın. Bir minaresi depremle yıkılınca Mardin halkı zincirin tılsımı bozuldu diye üzülse de o günden beri ne yılan ne de akrep sokmamış kimseyi. Kaybolan tılsım yağmurla toprağa karışıp akrebin kuyruğunu, yılanın dilini bağlamış.
Mardin’e bakıyorum. Bütün evler yüzünü uçsuz bucaksız ovaya dönmüş. Kum rengi şehir; dilimli kubbeleri, minareleri, çanak antenleri, ipe asılı renkli çamaşırlarıyla önümde uzanmış hemen şimdi bir hikâye yazmamı, gerçeği, tarihi, hayali, üstelik hem senin, hem benim, hem de şehrin hayalini birkaç cümleye sığdırmam mümkünmüş gibi telaşlı, yorgun ve heyecanla bekliyordu. Katledilen Kasım Paşa, Sitti Radviyye, Şahmeran ve bir Süryani papaz geçip gitti önümden. Çan çaldı, onlarca ezan sesi yankılanırken medreseden mırıltılar yükseldi, çay bardaklarında kaşıklar döndü şakır şukur... Ve ben nereden başlayacağımı bilemediğimden, öylece; unutulan, kırık dökük, güçlü, masalsı, imkânsız hikâyelerin hiçbirini yakalayamadan bakakaldım Mardin’e. Gece denize dönüşür bu ova, sınırsız karanlıkta bazen bir kulübenin bazen de şehir dışında kalan ufak mahallenin ışıkları bir gemi gibi gözüküp kaybolur. İşte en çok o zaman; toprak kokusu, kanat sesleriyle severim bu şehri. Dağa, taşa, hasrete mektup yollar türküler. Gümüş kemerli genç kızı görmeden aşık olur dinleyen. Kokusunu duyar, eteğinin rüzgârını hisseder sözcüklerde.
Bu şehrin dar sokaklarında yük taşıyan eşekler, onlardan korkan turistler ve yorulunca hayvanın sırtında yol alıp dinlenen yaşlılar dolanıyor. Sağına soluna tüpler bağlanmış hayvanın üstüne bir de sahibi çıkınca inatla durup yolu tıkıyor. Adam arkası basılmaktan ezilmiş kösele ayakkabısını bir anda kapıp boynuna indirince nallarının bağı çözülüyor. Ben çifte atmasın diye taş duvara yapışmış geçmesini beklerken, sırt çantalı bir öğrenci ve tesbihini binbir yöne çeviren palabıyıklı aceleyle hayvanın sağrısına sürtüne sürtüne yollarına devam ediyorlar. Mardin’in eşekleri merdiven çıkmayı, çayını yudumlayan, muhabbet eden sahibini kalabalığın arasında beklemeyi öğrenmiş.
Ulucami renksiz ama sade değil. Suskun bir güzelliği var taşları oyularak süslenmiş binanın. Bir minaresi depremle yıkılınca Mardin halkı zincirin tılsımı bozuldu diye üzülse de o günden beri ne yılan ne de akrep sokmamış kimseyi. Kaybolan tılsım yağmurla toprağa karışıp akrebin kuyruğunu, yılanın dilini bağlamış.
Abbaralar* serin tutuyor yolları. Reyhani müziği çalıyor bir dükkanda, çocuklar Arapça konuşuyor. Köşede sac böreği açan kadına biraz uzun baksam kıvırıp elime sıkıştıracak kabara kabara pişen hamuru. Sabahtan beri ikram edilen kaç kahve, kaç çay içtim bilmiyorum. Sıcacık Anadolu insanının misafiriyim bu şehirde. Camilerde sahabe mezarları, Hatuniye Medresesi’nde peygamberimizin ayak izi çıkıyor önüme. Bir zamanlar İpek Yolu tüccarlarını ağırlayan kervansaraylar boş. Bir zanaatkâr, dükkanının önüne tabure atmış çekiçle deliyor bakırı, Şahmeran’ın kuyruğu belirginleşirken kayboluyor yılanlar. Bir diğeri kırışıp kararmış parmaklarıyla telkâri sarıyor. Başlarını kaldırmadan laf atıyorlar birbirlerine. Gül desenli entarileriyle salına salına dolanıyor genç kızlar.
Güneş batmak üzereyken giriyorum Kasımiye Medresesi’ne, akmayan bir havuz var avluda. Orta Asya’dan gelen sembolizm İslam felsefesiyle iç içe girip mimariye yansımış. Suyun çıkışı doğum, çağlayarak dökülüşü gençlik, daracık kanaldan usul usul akışı olgunluk, havuz ise ölüm. Annem havuzun başına oturmuş Kur’ân okuyor. Bir Yasin, iki Yasin... Hava kararıyor, annem okuyor, Kasım Paşa’nın kız kardeşi elinde kanlı gömlek ağıt yakarak duvardaki kan izlerine bakıyor.
Bir zamanlar tanrı zannedilen güneş Mezopotamya topraklarında yeniden doğuyor. Sönüp gideceğini bile bile tapınaktakiler ibadet ediyorlar ona. Doğuya bakan pencere kararmadan bir kez daha kendi etrafında dönüyor şifacı kadın. Sonra iki elinin arasında başı, alnı ve dizleri yerde, öylece kıpırtısız dururken dövmesindeki kartal hareketleniyor. İşte o an arayıp da bulamadığı Tanrı’ya yakın hissediyor kendini. Tapınağı binlerce yıl ayakta tutacak olan kilit taşına uzanıyor.
Kuruluş tarihi bilinmeyen güneş tapınağının kilit taşına dokunup basamaklardan yukarı manastıra çıkıyorum. Avlu safran kokuyor. Süryani rahip Deyr-ul Zafaran Manastırı’nın tarihini anlatırken bir kadın başında dantel örtü eğilmiş ibadet ediyor. Delikanlıların etekleri sürünüyor taş zemine. Üç güvercin uçuyor, ağızlarında birer parça safran.
Mardin’den uzaklaşmak istemiyor; Dara Harabeleri, Midyat, Hasankeyf bir bir geziyorum çevresini. Yeniyle eskinin, geçmişle şimdinin harmonisi Hasankeyf. Temelleri Asur ve Urartu devrine dayanan belki de Anadolu’da korunan tek ortaçağ kenti. İçinde kaybolduğum mağaraları çocuklar gezdiriyor bana. Bir tanesinin yanından ayırmadığı yavru keçinin bile toynakları kayıyor taş zeminde. Bizanslıların kalesi yakın geçmişe kadar köylülerin yuvası, hayvanları ahırı, çocukların okulu olmuş. Gizli yollardan nehre inip su taşımış genç kızlar. Harap bir kapının üstünde Eyyubiler’e ait bir kitabe var. El-Rızk Camisi’nin ise sadece minaresi ayakta. Sultan Süleyman Camisi’nin şerefesinden üstü kayıp, Zeynel Bey Türbesi sessiz... Dicle’nin üzerine kurulan çardaklarda içiyorum, kahvemi. Nehir kıyısına kurulan bu şehirden geriye kalanlar belki de o günkü ihtişamından daha büyüleyici, yıkılan köprünün taş ayakları yükseliyor sulardan, camilerin eksik minareleri değmiyor bulutlara, çocuklar İngilizce, Türkçe, Kürtçe, Arapça anlatıyorlar tarihi. Kiminin analığı, kiminin nenesi yaşamış Kaya Kale’de. Evimiz, diyor. Evimizdi bu kayalar...
* Evlerin altından geçen kemerli yollar.
Hande Berra'ın Yazısı.