Kimin İçin Yazmalı?
Klasik bir soru var: Sanat sanat için mi, toplum için mi? Aynısı yazı hayatı için de geçerli. Yazar kimin için yazmalı; toplum için mi, kendisi için mi?
Her yazar, yazı hayatı boyunca bu soruyu kendine sıklıkla sorar. Özellikle de yazmak üzere masasına oturmuşken...
Bana kalırsa, sorunun iki kısmı da, tek başına ele alındığında bizi yanlışa götürür. Zira toplum ile ferdi birbirinden bu şekilde ayıran, yazar ile toplumu iki zıt kutba yerleştiren bir yaklaşım, doğru bir yaklaşım değil. Dolayısıyla böyle bir yaklaşımdan üreyen bir soru da, aslında doğru bir soru değil. Çünkü, en başta, insanı toplumdan ayrı düşünmek mümkün ve doğru değil.
Yıllar önce dünyaca meşhur bir psikoloji dergisinde şöhretli bir Amerikalı romancı ile yapılmış uzunca bir söyleşiyi okumuştum. Dergi psikoloji dergisi olunca, sorulan sorulardan biri, beklendiği üzere şuydu: “Sizden bir insanı tarif etmeniz istenirse, nereden başlarsınız?” Romancının cevabı ise şuydu: “Bütün kâinattan.”
Kâinat ile insan, bir bütün. Biz kendi kimliğimizi ve kişiliğimizi içinde yaşadığımız kâinatla, bütün mahlukatla, bütün insanlıkla ve özelde doğup büyüdüğümüz toplumla hemhal olarak buluyoruz. Dolayısıyla, onlardan ayrı bir ‘ben’ tarif etmemiz mümkün olmadığı gibi, onları ‘ben’den ayırarak düşünmek ve yazmak da mümkün değil. O halde, ‘kendisi için’ yazdığını söyleyen bir yazar ya doğru söylemiyordur veya, eğer doğru söylüyorsa, doğru birşey yapmıyordur.
Buna karşılık, ‘toplum için,’ ‘insanlık için’ yazdığını söylemek de, ayrı bir kutba yerleştirip ayrı bir yanlışa bizi yöneltiyor. Bu yanlışın bir dizi tezahürünü gözlemliyoruz zaten. Toplum için, insanlık için yazdığını söyleyen yazarlar, ekseriya kendilerini ‘toplum’dan, ‘insanlık’tan daha yukarıda bir yere, bir nevi ‘kurtarıcı’ ve ‘öğretici’ bir makama yerleştiriyorlar; bu ise, topluma ve insana hitap yeteneğini zaten köreltiyor. Keza, bu yaklaşımla söylediklerinin sıhhati ve sahiciliği yara alıyor; ruha nüfuz etmeyen, kalpte tesir bırakmayan ‘didaktik’ bir noktaya hapsoluyor.
O yüzden, bana kalırsa, insan ne ‘kendisi’ için yazmalı, ne de ‘başkası’ için; ama ‘insan için’ yazmalı. Yazar insan gerçeğine ne derece nüfuz edebiliyorsa, en ince duyguları dahi hissedip tahlil edecek ve harekete getirecek bir düşünce ve üslup kıvamı bulabiliyorsa, yazdıkları insana ve hayata ne kadar temas ediyorsa, o derece hem kendisine, hem diğer insanlara faydası oluyor. Kendinden bağımsız olarak başkasını, başkasından bağımsız olarak kendisini tarif ne derece imkânsızsa, aynı şekilde bir yazarın kendinden bağımsız olarak başkasına, başkasından bağımsız olarak kendisine faydası olmuyor. Mesele, ‘insan’da düğümlenebiliyor; insan gerçeğine nüfuz edebilmekte, onu anlayabilmekte… İnsanı gerçekten anlayabilen, kendisi başta olmak üzere bütün insanlığa ulaşmanın ipucunu yakalamış oluyor. Öyle ki, bu güce sahip eserler, sadece içinde yazıldıkları topluma veya çağa değil, başka coğrafyalara ve zamanlara da hitap edebilme yeteneğine sahip oluyorlar.
O yüzden derim ki, kişiyi toplumla, toplumu kişiyle ayıran, insanı ya ‘birey’leştirip kâinattan ve diğer insanlardan koparan veya onu diğer insanlar üstünde ‘öğretici’ ve ‘kurtarıcı’ bir pozisyona yerleştirip yine onlardan koparan soruların tuzağına düşmeden yazalım. Yazdığımızın insana ve hayata değen bir tarafı, bir sahiciliği var mı; biz bunu dert edinelim. Ötesi kendiliğinden gelir…
Metin Karabaşoğlu'ın Yazısı.