Erkam Salih Büyükdinç

Kapının paslı kulpunu çevirdikten sonra zorlanarak açtı kapıyı. Kapkaranlık, demir kokan dünyasında tek başınaydı. Yorgun hissediyordu. Zordu bir ölüyü taşımak, ölüyle yaşamak. Her geçen gün daha da ağırlaşıyordu tıpkı hareketleri gibi. Ölmüş müydü, hayır. Peki, yaşamak? Pek sanmıyordu. Çok sıkılmıştı. İnsanların arındığı dünyasında o, sigarası ve yalnızlığı… Evet, yalnızlığı hiç yalnız bırakmamıştı onu. Koca istasyonda ayak sesleri yankılanıyordu defalarca. Bir hışırtı… Kapının deliğinden rüzgârla birlikte giren sarı yapraklar. Hışımla ezdi onları, parçaladı. Ağacı tek başına bırakmıştı çünkü yapraklar. Ezdi çünkü kendiyle özdeşleştirmişti terk edilmiş ağacı. Üzgün, kırgın ve bir o kadar da sinirli ağacı… Kuşlarda konmazdı artık kuru dallarına, tıpkı çocukların bile kendine yaklaşmamaları gibi. Gençliğini hatırlamaya çalıştı bir an. Boşluk… Geniş, dipsiz bir kuyuydu geçmişi. Sanki aksi bir ihtiyar olarak açmıştı gözlerini onların dünyasına. Aksi değildi aslında. Hep tebessümle karşılardı insanları fakat onlar fark etmezdi. Tek eksik ışıktı gülümsemesinin görülmesi için. Ama o hep ıssız, karanlık ve dar bir sokakta kırık sokak lambalarının yaydığı siyah ışık altında yürümeye çalışmıştı. Bitmiyordu yol. Her adımda biriken kötü anılardı. Biriktikçe ağırlaşan, içine hapseden anılar. Özgürlük yalnızlıktaydı. İnsanların onu zorla sürüklediği yalnızlık… Fiilsiz cümlelerdi saldıranlar. Tek kelimelik kötü sıfatlardı. Asıl kimsesizliğini hayalleri, umutları ve en önemlisi duyguları çalındığı zaman hissetmişti. O zaman kurmuştu yalnızlar birliğini bu pas kokan harabede. Pakette kalmış tek sigaraydı onun kazancı.

Yürürken birer birer gerisinde bırakıyordu rayları bu geride bırakılmış adam. Takip edildiğini hissediyordu. Artıyordu ayak sesleri, beraberinde uğultular. Az kalmıştı tepeye ulaşmasına. Adımlarını sıklaştırdı. Başı döndü. Tepeye ulaştığında onu karşılayan sıcak bir meltem esintisi olmuştu seyrek saçlarını okşayarak. Arkasına baktı. Unuttuğu duygulardan şaşkınlığı hissediyordu. Bulunduğu tepeden istasyona kadar bir kalabalık vardı arkasında. Ama rayların üzeri bomboş. Biliyordu, gelecekti o tren. Belki de bugündü o gün. Pekiyi görmeyen gözleriyle odaklanmaya çalıştı. Uzaklar yakınlaşıyordu yakınların uzaklaşmasıyla beraber. “Gelmeyecek yine” dedi boyu kendisiyle aynı olan. “Delirmişsin sen” diyerek takip etti onu gözleri kendisininki gibi kısık ve siyah olan. “Vazgeç artık” diye bağırdı kendisine çok benzeyen o koca topluluk. “Gidin, beni benimle bırakın” diye karşılık verdi yıllar sonra konuşmanın verdiği acemilikle ne dediği anlaşılmayan kendisi. Önüne döndü ve koşmaya başladı. Kaçıyordu. Kimden? Ah bir bilse… Kimden kaçtığını, nereye gittiğini, neden yaşadığını… Ayakları zorlanmaya başlamıştı. Tükeniyordu enerjisi. Belki de ömrü. Gidecek yeri var mıydı ölünce? Bunları düşünürken kapaklandı yere. Acıyı hissediyordu. Teninde süzülen kurtuluş şerbetini. Ayağa kalkmaya yeltenmedi bile. Bekledi bitmesini. Yalnızlığın ve az kalmış benliğinin… Yani her şeyin…


GENÇ'ın Yazısı.