Tebliğ, kelime manası itibariyle “ulaştırmak ve kalbe dokundurmak” demek olduğuna göre, söylediğimiz sözlerin onların kalplerine gitmesine engel olacak her türlü kabalıktan, çirkinlikten, düşüklükten, yalan-dolandan, sövgüden, onur kırıcı ve gurura sebep olucu ağız dalaşından kaçınmamız emredilmiştir.

Siyer’in en meşhur tablolarındandır:

Muâz bin Cebel, Rasûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- ile namaz kıldıktan sonra, Medine’nin hemen dışındaki köyüne gider, orada da insanlara namaz kıldırırdı. Bir defasında, Muâz namazda Bakara suresinin başından okumaya başlayınca, cemaatten bir adam namazı bozdu, kenarda kendi başına kısa bir namaz kıldı, mescitten çıktı. Muâz, adama bu davranışı sebebiyle sinirlenince, durum Hz. Peygamber’e aksettirildi. Onun verdiği cevapsa, hem Muâz’a hem de bütün Müslümanlara yönelik bir ikazı barındırıyordu: “Sen fitneci misin ey Muâz! [Bu sözü üç kez tekrarladı]. Şems ve A’lâ (sureleri gibi kısa sureler) okusan olmaz mıydı? Senin arkanda yaşlısı da vardır, zayıfı da, işi-gücü olanı da…”

Aynı ölçüyü, Rasûlullah kendi nefsinde de uygulamıştır. Şu sözü, yine Siyer’in en meşhur cümleleri arasındadır:

“Ben bazen namaz kıldırıyorum ve uzun okumak istiyorum. Fakat (arka saflardan) bir çocuğun ağlamasını duyduğumda, annesine zorluk çıkarma korkusuyla namazımı kısa tutuyorum.”

“Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız. Müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz” diyen bir Peygamber’den başka türlüsü de beklenemezdi zaten. Hz. Âişe Vâlidemiz’in ifadesiyle, “haram söz konusu olmadıkça, helal şeyler arasında mutlaka en kolay olanı tercih ederdi”. Ümmetine de tavsiyesi bu yöndeydi. Hep en kolayı, en güzeli, sen sürdürülebilir ve tahammül edilebilir olanı yapar ve yapılmasını isterdi. Hz. Peygamber vasıtasıyla birbirimize karşı talim ve terbiye usulümüzün bu esaslara dayalı olması gerektiğini bize öğreten Rabbimiz, bizden olmayanlara karşı da en güzel ve tatlı üslubu benimsememizi istemiştir. Bir yandan bize açıktan düşmanlık edenlere karşı çetin, şuurlu ve dirençli durmamızı emrederken, diğer yandan onların ilahlarına sövmemizi, İslâm’ı onlara tebliğ ederken kaba sözler söylememizi, onların çirkin üsluplarını taklit etmemizi de yasaklamıştır.

Tebliğ, kelime manası itibariyle “ulaş- tırmak ve kalbe dokundurmak” demek olduğuna göre, söylediğimiz sözlerin onların kalplerine gitmesine engel olacak her türlü kabalıktan, çirkinlikten, düşüklükten, yalan-dolandan, sövgüden, onur kırıcı ve gurura sebep olucu ağız dalaşından kaçınmamız emredilmiştir.

İslâm, tarihin şahit olduğu en azgın insan olan Firavun’a bile “yumuşak sözle” tebliğde bulunulmasını isteyen bir dindir.

* * *

Bir yanda İslâm ahkâmının ayaklar altına alındığı ve önemsenmediği bir sosyo-kültürel ortam… Diğer yanda İslâm’ı bilenlerin ve yaşayanların, insanları kaçıran ve ürküten üslupları… İmtihanımız, bu iki ucun ortasında durmaya çalışan denge insanlarını çoğaltmak ve toplumun her kesimine yaymak noktasında düğümleniyor. 

Hâl böyleyken:

Galîz üsluplarla bizi azarlayan, en ufak hatalarımızda bizi cehennemle korkutan, konuşurken adap-erkân gözetmeyen, müjdelemek yerine nefret ettiren, kolaylaştırmak yerine korkutan, en ağır ve zor hükümleri karşımıza diken, en son söylenecek şeyi en başta söyleyip iletişim kanallarını kapatan, kapalı dairede istişare için konuşulacak konuları mikrofonla yüzbinlere duyurup tartışma koparan… Tüm bunları yaptıktan sonra da, üslubu sebebiyle eleştirilince İslâm ahkâmı eleştiriliyormuş gibi tepki gösterip meseleyi bambaşka boyutlara taşıyan… Ve hepsinden öte, tercih ettiği bu “tebliğ usulü” sebebiyle sayısız temiz fıtratı kendisinden ve söylediklerinden ve de İslâm’ın hakikatlerinden uzaklaştıran birtakım hocalarımızın, vaizlerimizin, ilim adamlarımızın hali epey üzücü.

Günümüzde gençliğin artık eski vaaz usullerini pek anlamadıklarını, onlara daha içten ve sevgi dolu biçimde yaklaşmak gerektiğini fark etseler, eminim böyle davranmayacaklar. Yaptıklarının “ulaştırmak ve kalbe dokundurmak” anlamında tebliğ olmadığını, sadece cedele ve nizâya davetiye çıkardıklarını görseler, kesinlikle üsluplarını değiştirecekler. Dahası, onların bu kaba üslubunu taklit ve teksir eden takipçilerinin, toplumda daha da büyük yarılmalara ve fitnelere sebep olduğunu anlasalar, belki de yüklendikleri vebalin ağırlığını görüp kürsülerden tamamen çekilecekler, uzleti ve sükûtu tercih edecekler.

* * *

Bir yanda İslâm ahkâmının ayaklar altına alındığı ve önemsenmediği bir sosyo-kültürel ortam… Diğer yanda İslâm’ı bilenlerin ve yaşayanların, insanları kaçıran ve ürküten üslupları… İmtihanımız, bu iki ucun ortasında durmaya çalışan denge insanlarını çoğaltmak ve toplumun her kesimine yaymak noktasında düğümleniyor.

İslâm’ı çok iyi bilip samimiyetle yaşarken, insanları da kucaklayabilmek. İslâm’ın hiçbir hükmünden zerre miktarı taviz vermeden, aynı zamanda insanlara da aynı hükümleri sevdirerek anlatabilmek. Uyarırken aşağılamamak. Hatırlatırken kaçırmamak. Hataları söylerken, günün birinde aynı hatalarla imtihan olunabileceğini akla getirip, üslubu tevazuyla taçlandırmak. En ağır sorumlulukları duyururken bile, dudaklara bir tebessüm yerleştirebilmek. İslâm’ı tebliğ ederken, kalplere ulaşmayı ve insanları kendi vicdanlarıyla baş başa bırakıp usulca kenara çekilmeyi bilmek. Rabbimizin ulûhiyyet sahasına taalluk eden cennet, cehennem, hesap, ahiret gibi konularda insanları sınıflandırma saplantısından kaçınmak. Velhasıl, Allah’ın bize emanet ettiği hakikatlerin bizim malımız olmadığını, bunu insanlarla ihsan üzere paylaşmak sorumluluğumuzun bulunduğunu, hakkını vermediğimizde bu emanetin bizden alınabileceğini bir an bile hatırdan çıkarmamak…

Evet, bütün bunları yapmaya çalışırsak, içinde bulunduğumuz topluma İslâm’ın güzelliklerini aktarma ve insan kazanma konusunda ilerleme kaydedebiliriz. Bu usule dikkat etmezsek, kendi kapalı fanusumuzda bizi zaten dinleyecek olan insanlara konuştuğumuz, sadece ezber ve önyargıları köpürttüğümüz, imkânları israf ettiğimiz, üstüne üstlük “çok büyük hizmet” yaptığımızı zannettiğimiz bir kısır döngüye girebiliriz.

* * *

Rasûlullah Efendimiz’den rivayet edilen o ünlü duada, “fayda vermeyen ilim”den bahsedilir. Allah’a sığınılan şeyler sayılırken, “faydasız ilim” denmemesi dikkat çekicidir. Çünkü hadd-i zatında faydasız ilim yoktur. Ama sahibine fayda vermeyen, yüklenenin faydalanamadığı, çeşitli sebeplerle bereketinden mahrum kaldığı ilim vardır. İşte Efendimiz tam da bundan Rabbimize sığınmış, biz ümmetinin dikkatini de aynı noktaya çekmiştir.

İslâm bir emanettir. İlim bir emanettir. Ahlâk bir emanettir. Tebliğ bir emanettir. Bize öğretilen ve ihsan edilen her şey emanettir. Bunların hesabı da bir gün sorulacağına göre, insanlara bu emanetleri ulaştırırken haddi aşmamak, mazruf kadar zarfı da önemsemek, “Allah, her şeyi en güzel biçimde yapanları (muhsinleri) sever” ölçüsünden şaşmamak gerekir. Hasretini çektiğimiz ve mumla aradığımız bereketin sırrı tam da buradadır. 


Taha Kılınç'ın Yazısı.