S. Bilgehan Eren

“Merhamet!.. Lûgat kitabında bir kelime! Onu öğretmek… İnsanlara acımayı belletmek. Acımanın usullerini, ana mektebi programına eş yürütmek… Bütün cemiyeti mahşer arsasına benzer, bir acıma ve bağışlama zemininde toplamak, oradaki bir milyon bacalı, bilmem kaç milyon çarklı merhamet kombinasında çalıştırmak… İnsanda kötülük iktidarını döve döve pekiştirmek yerine, hohlaya hohlaya yumuşatmak, insanı kötülüğe iktidarsız kılmak…”

“Yaradan, rahmetini kahrından üstün saydı;

Ne olurdu hâlimiz, gözyaşı olmasaydı?”

Üstad Necib Fazıl’ın kitaplık çaptaki külliyatının önemli verimlerinden biri de şüphe yok ki tiyatro eserleridir. Zira “sanat şekilleri içinde bence en büyük keşif tiyatro” diyen Üstad; fikirci ve aksiyoncu sanatkârın, tiyatrodan başka hiçbir kaynakta susuzluğunu gideremeyeceğini ve esrarlı dört köşe diye tarif ettiği tiyatro sahnesinin, cemiyet yoğurucusunun “tez”inin maddeye aktarılmış hâli olduğunu söyler.

Nasıl ki yayımladığı gazeteler yasaklanmış, üniversite kürsülerinden dışarı çıkarılmış, verdiği konferanslar, yazdığı şiir ve yazılar tahkikata uğramış ve hapis cezaları almışsa, işte tam da bu hakikatten ötürü Türk (!) tiyatrosu yıllarca kapılarını görünürde Necib Fazıl’a, hakikatte ise Anadolu insanın mânâ köküne kapatmıştır. Bir ülkenin millî tiyatrosunu düşünün ki; o ülkenin en soylu, en çilekeş, en millî sanatkârlarından birinin kalemine ambargo koymuştur. Her şeyi baş aşağı çeviren Sovyet Devrimi; Gogol’un, Çehov’un oyunlarına kucak açarken ve bunu bir zenginlik sayarken, bizde lafta hürriyetçi, özde kendinden başkasına tahammülü olmayan tekelci bir zihniyet peyda olmuştur.

İmdi bu satırların yazarı 41 yaşındadır ve bu yaşa kadar Necib Fazıl’ın 16 tiyatro eserinden sadece dördünü (Ahşap Konak, Bir Adam Yaratmak, Para, Reis Bey) sahnede izleyebilmiştir. Bu girizgâhtan sonra hemen belirtelim ki bu yazı, İBB Şehir Tiyatrolarında izleme imkânı bulduğumuz, o dördüncü -şiir gibi- oyunla, Reis Bey ile ilgili. Şiir gibi diyoruz çünkü bu oyun; “Kaldırımlar”dan “Otel Odaları”na, “Serseri”den “Bendedir”e, “Canım İstanbul”dan “Çile”ye, Üstad’ın birçok şiirinden de gözle görünür izler taşır.

İlk defa Ötüken yayınlarından 1964 yılında çıkan bu eseri Üstad, (Ötüken Yayınları’nın da bastığı ilk kitap budur) yazmayı tamamlayıp 1960’da Muhsin Ertuğrul’a okuduğunda, Muhsin Ertuğrul’un gözyaşlarına hâkim olamadığı söylenir. İlginçtir ki oyunun ana fikri de bir nevi gözyaşı üzerine, merhamet bahsi ile ilgilidir.

“Cemiyeti bir saat kabul edersek, tiyatro da onun tik-takları” diyen Üstad, tam da oyunun açılışını bu minval üzere yapar. Yer, Mesudiye Otel’inin holüdür. Toplumun farklı tabakalarını temsilen birçok insan buradadır; şehre kaçan kızını arayan “taşralı müşteri”, kızına şifa arayan “köylü müşteri”, oğluna adalet arayan “yeldirmeli kadın”, hayatta yalnız başlarına ayakta kalmaya çalıştıkları için müşteri arayan “bar kızları”, avantasını arayan “otel kâtibi” ve gözüyle gördüğünden başkasını aramayan Reis Bey… Evet herkes bir arayış içindedir. Çünkü hayat aramaktır, lâkin insan bilmediği şeyi de arayamaz. Bu anlamda elbet, bilinen aranır.

Oyun, ceza hâkimi olan ana karakter Reis Bey’in değişim ve dönüşümü üzerine kuruludur. Ve başlangıçta Reis Bey, her zaman bildiğini arayan bir kanun adamıdır. Peki nedir bildiği bu katı kanun adamının?.. Gözüyle gördükleri desek sanırız yanıltıcı olmayız. Bu yönüyle Üstad, Reis Bey üzerinden, bir nevi ölçme-denetleme aleti olan aklın, ruhun peşinden değil, önünden gitmesini, diğer bir ifadeyle “kuru akılcılığın” bir nevi tespitini yaparken, Reis Bey’in hatalı kararı sonucu masum bir insanın idam edilmesi üzerinden de ruha bağlı olmayan aklın sonunu bir nevi Bergson gibi mühürler. Üstad’ın Fransa’nın tefekkürde Eyfel Kulesi dediği Bergson, “İyi de sen aklı akılla yendin, yine delilin aklîdir” dediklerinde, “Demek ki aklın nihayeti kendi sonunu, intiharını görmesiymiş” der.

Oyunun birinci perdesinde (ki bu bir bakıma Reis Bey’in de 65 yıllık hayatının mânâ hakikatinden uzak ilk perdesidir) mahkûma, “Ağlanacak hâliniz var” tespitini yapan ve mahkûmdan “Etmeyin Reis Bey, siz ağlayamazsınız! Ağlayabilseydiniz, anlayabilirdiniz!” cevabını alan Reis Bey, mahkûmun kendi yüzünden haksız yere idam edilmesinden sonra ruhî bir tekâmül yaşamaya başlar ve kendi ifadesiyle akreplere bile ağlamayı öğretmek ister.

Ortaya çıkan bu yeni Reis Bey, hâkimlikten emekliye ayrılmış, sinekleri öldürmek gibi kuru kanun tatbikçiliği yerine, bataklığı kurutmaya çalışan bir gönül erine dönüşmüştür. Bir nevi halk içinde ciğer satan Hüdayi Hazretleri gibi kaftanı-cübbeyi çıkarmış, onlara ciğer satmak değil de, af ve merhamet isimli mânevî ciğeri aşılama sevdasında bir divane olmuştur.

Şöyle der:

“Merhamet!.. Lûgat kitabında bir kelime! Onu öğretmek… İnsanlara acımayı belletmek. Acımanın usullerini, ana mektebi programına eş yürütmek… Bütün cemiyeti mahşer arsasına benzer, bir acıma ve bağışlama zemininde toplamak, oradaki bir milyon bacalı, bilmem kaç milyon çarklı merhamet kombinasında çalıştırmak… İnsanda kötülük iktidarını döve döve pekiştirmek yerine, hohlaya hohlaya yumuşatmak, insanı kötülüğe iktidarsız kılmak…”

Belki de son yüz yıldır bu topraklardaki cemiyet planındaki en büyük sancımız ADALET, derinliğine de MERHAMET meselesinin, elli küsur yıl önceden, 1960’da nasıl da işaret edildiğini ama sahte muvakkitlerin bu sesi duymadığını, duymazdan geldiğini ve bunun bir nevi içinin boşaltılarak bugün de devam ettiğini göz önünde tutarak bu oyunu muhakkak izleyin.

Reis Bey’in ağzından bir iktibasla bitirelim:

“Gidin, akşamları, yamru yumru evlerin yılankâvi sınırladığı kuytu mahallelerde dolaşın; oralarda, sokak ortalarında ağlayan çocuklar göreceksiniz; onlardan ağlamayı öğrenin!.. Hastahane önlerinde, adliye koridorlarında, hapishane kapılarında, yazıhane eşiklerinde, maden kuyularında, tarla hendeklerinde... Daha nerelerde, nerelerde?.. Kansızlıktan kurumuş bir insanlık kaynaşıyor. Seyredin ve ağlamayı öğrenin! Bit pazarına uğrayın, oralarda yerlere serilen eşyaya bakın; ölen çocuğun minicik kazağını satmaya gelenle, bunu düşürmeye bakanın edâlarına dikkat edin; ağlamayı öğrenin! Hiçbir şey yapamazsanız, kırlara çıkın, kuş yuvalarını bozmak için ağaçlara tırmanan haylazlara katılın; cıvıl cıvıl imdat isteyen yavru kuşları, sonra, havada kıvrımlar çizerek acı acı çığlık koparan anne kuşu görün; ağlamayı öğrenin! Yavrusunu ensesinden dişleyip selâmete götüren uyuz ve topal kediye baksanız yeter... Ağlamayı öğrenin! Sakın, öğrenemeyiz, demeyin; ben öğrendikten sonra, siz nasıl öğrenemezsiniz?”


GENÇ'ın Yazısı.