Gerçekten Büyüksün Engelli Kardeşim
Geçen yaz, Üsküdar’ın merkezindeki Mimar Sinan Çarşısı’nın hemen yanında yer alan ve bizim çocukların “dönen park” diye niteledikleri yerden geçerken, fiziksel anlamda engelli olduğu belli olan birisi dikkatimi çekti. En fazla 30 yaşlarındaydı. Önüne yarım litrelik suları koymuş, öylece bekliyordu. Bir su alayım şu kardeşimden diye içimden geçirdim ve yanına yaklaştım.
"Su ne kadar?” diye sordum, tam konuşamadı, boynu zaten sağa eğikti, parmağıyla gösterip “bir” gibi bir şey söyledi. Elimdeki beş lirayı uzattım ve iyilik olsun diye “Tamamdır, üstü kalsın sevgili kardeşim” dedim, suyu alıp yoluma devam etmeye başladım. Lakin bir baktım, acayip bir şekilde heyecanlandı, ben giderken ayaklandı. İlk anda ne olduğunu bilemedim tabii, “Tamamdır, dert değil, benden hediye” dedim yüksek sesle.
Ben ilerledikçe o engelli hâliyle, ayağını yere sürükleyerek arkamdan gelmeye ve “abi” şeklinde boğuk sesler çıkarmaya başladı. “Suphanallah” dedim içimden, derdinin ne olduğunu anlayamadım, “Acaba hızla gidip bana yetişemeyeceğini düşündürüp daha fazla yormamak adına geri dönmesine mi vesile olayım, yoksa bekleyeyim de ne olacaksa olsun mu?” şeklinde düşünceler geçti içimden. Sonunda dayanamadım, durdum, kendisine doğru yaklaştım. Terlemişti, kızarmıştı, patlayacak gibiydi. Ben kendisine güzelce “Sevgili kardeşim, her şey yolunda, sıkıntı yok, lütfen rahat ol” dediysem de, rahatlamadı, ferahlamadı. Sonra baktım, titrek elini bel çantasına götürdü, içinden dört lira çıkardı, bana uzattı. O an, tüm hâli ile resmen “su bir lira, ben asla beş lira alamam” diyordu bana. Şaştım, kalakaldım. Dört lirayı alınca, kendini bıraktı, gevşedi, elini başına kaldırıp “selam” işareti yapıp geri yürüdü...
Aradan geçen bu dokuz ay boyunca, beni çok etkileyen bu güzel adamdaki tarif edilemez hak, hukuk duygusunu, istiğna hâlini yazmayı diliyordum, lakin bugüne nasipmiş. Çünkü dün sabah, kendisini yine gördüm. Ekmek almak üzere Üsküdar merkezde yürüyordum, bir baktım, aynı yerde oturuyor, önündeki poşetin içinde de kandil simitleri duruyor. Yanına yaklaştım ve aramızda şu tatlı diyalog geçti:
- Hayırlı sabahlar olsun, satıyor musun simitleri?
- Eve... (Başını sallıyor.) - Ne kadar acaba? (İçimden inşallah cebimden tam para çıkar diyorum.)
- Yed..
- Yedi lira mı?
- Eve... (Başını sallıyor.)
O an cüzdanıma bakıyorum, on lira var. Soruyorum:
- On liram var, uygun mudur?
- Bozuk yo..
- Anladım, bozuk yok, o zaman şöyle yapalım, ben sana on lira vereyim, bir başka sefere de üç lira alacağım olur, üstüne katarım, ne dersin?
- Olu.. (Seviniyor, tebessüm ediyor.)
Sabahın erken saatinde, güzel bir kandil gününde, bu onurlu ve asil engelli kardeşimin sevindiğini görünce, benim de içim açılıyor ve şöyle diyorum kendisine:
- Güzel kardeşim, ben seni Allah için seviyorum, var mı benden bir isteğin?
Sağa eğik boynu ve yeryüzünde hiçbir şeye tamah etmeyeceğini telkin eden duruşuyla, önce gülümsüyor ardından da şöyle diyor:
- Var...
Beklemediğim bu cevap karşısında şaşırıyorum, “Nedir, söyler misin lütfen?” diyorum, aynı tebessümle karşılık veriyor:
- Dua...
İşte böyle...
Bu kardeşi unutmam zor.
Asillik ve onur deyince, hakkından fazlasını alamayacağı için para üstünü geri vermek üzere arkamdan canhıraş bir şekilde koşuşturduğu dakikalar gelecek aklıma. Dua deyince, fiziksel engellerine rağmen rızkını arama hususunda Allah’a tam tevekkül edip gayret içinde olan, türlü zorluklara rağmen kendisinden ümit kesmeyen, insanlardan “duanın” dışında bir şey istemeyi zül sayan bebek saflığındaki çehresi düşecek gönlüme...
Allah senin gibilerin hatırına bizlere de bereket, güzellik ihsan eylesin sevgili kardeşim...
Süleyman Ragıp Yazıcılar'ın Yazısı.