Futbolun Kemâle Erdirdikleri
Televizyon dünyasında en tuhaf bulduğum ve acıma hisleriyle dolduğum iki zümre var. Bunlardan ilki, yaşlarına başlarına bakmadan saatlerce futbol maçlarını değerlendiren sözde yorumcu kelli felli adamlar. İkinciler, Ajda Pekkan’ın başını çektiği, kemikleri erimeye yüz tutmuş, sanatsız, suratsız, büzüşük kadınlar.
elevizyon dünyasında en tuhaf bulduğum ve acıma hisleriyle dolduğum iki zümre var. Bunlardan ilki, yaşlarına başlarına bakmadan saatlerce futbol maçlarını değerlendiren sözde yorumcu kelli felli adamlar. İkinciler, Ajda Pekkan’ın başını çektiği, kemikleri erimeye yüz tutmuş, sanatsız, suratsız, büzüşük kadınlar. Babasının adam olmaz diye evden kovduğu, televizyoncu patronunun gözündeki değeri, elinde taşıdığı kameradan daha ucuz olan zıpır oğlanların “aşk var mı aşk” diye sorması, onların da bastıkları kutsal arzın inlemesine, etraflarını kuşatan zamanın lanetler yağdırmasına aldırış etmeden, cevap arayışları içinde kıvranmaları. İkincilere ayrı bir bahiste değinmek kısmet olmaz inşallah.
Gazetelerde bir fotoğraf dikkatimi çekiyor. Altında şu satırlar yazıyor: “Türkiye Futbol Federasyonu tarafından, UEFA’nın isteği üzerine bu sezon UEFA Şampiyonlar Ligi’ne katılmaktan men edilen Fenerbahçe’de bazı yöneticiler, Metris Cezaevi’nde Kulüp başkanı Aziz Yıldırım ile görüştü.” Söz konusu kişiler Nihat Özdemir ve Ali Koç imiş. Fotoğraftan anlaşıldığına göre yüzlerinde öyle hazin bir hikâye, muzlarında öyle bir davanın yükü var ki sanki Aziz Yıldırım memleket müdafaasında düşman elinde kalmış sanırsınız. Ne anlamsız bir hayat! İşleri güçleri yerinde, dertsiz, tasasız olanların, dert edinmek için seyrettiği bir spor mu bu futbol? Memleket batsa bu kadar umurlarında olur mu acaba? Bu insanların olgunluklarına, kemâlâtlarına ne katkısı oluyor futbolun diye düşünmeden edemiyor insan. Maç başına yirmi bin dolar vererek, özel locasından yirmi iki adamın oradan oraya koşuşturmasını izleyen Yıldırım Demirören için Beşiktaş hayatının anlamıymış! Acaba fabrikasında çalıştırdığı bir yıl boyunca verdiği maaş, locasında izlediği bir maç parasının yarısı kadar anca olan işçinin hayatının anlamı nedir? Erman Toroğlu, Ömer Çavuşoğlu, Ahmet Çakar gibi futbol bilginleri(!) ikindi namazını beklerken, bastonuna yaslanarak geçmişin muhasebesini yapan bir “Hacı”nın olgunluğunun binde birine sahip midirler acaba?
Spor güzeldir aslında. Herhangi bir spor dalında bulunan disiplin, insana fedakârlık, sabır, kendini kontrol etme, nefse hâkimiyeti ve tarafsızlığı öğretir. Aynı şekilde spor için gerekli kuvvetin dayanıklılık, irade ve kararlılığı öğrettiği de söylenebilir. İyi bir sporcu anlamına gelen sportmenlik, iyilikseverlik, cömertlik, arkadaşlık, nezaket ve hatta asil olmayı öğrenmeyi gerektirir. Takım çalışması, ara sıra yenilgiler, tevazu ve memnuniyet erdemlerini, kendi moralini yüksek tutma sanatını öğretir. Beden ruh dengesinde sporun ruhu, erdemi besleyen tarafları bunlar. Endüstriyel bir spor faaliyeti kabul edilen futbol, kalabalıkların ihtiraslı ilgilerini yönetebiliyor. Futboldaki profesyonellik ahlakî amacın yoksunluğuyla birleştiğinde futbolcular ve patronlar iki düşüncenin egemenliği altında kalıyorlar: Para ve Prestij. Olgun bir insanı, futbolcular ve takımlar hakkında düşünmeye onları ezberlemeye iten anlamsız bilgi ve istatistikler, insanı hayrete düşürüyor. Hobisi ve tutkusu bu tür ıvır zıvır etrafında dönen zihinsel mücadelelere angaje olmuş insanlar var. Bu tür insanlar otuz yıl önceki dünya kupasındaki son golün kaçıncı dakikada atıldığını bilmeyi erdem sayıyorlar. Ne dersiniz? Sporun gerçek anlamı göz önünde bulundurulduğunda, bütün bunlardan uzak davranışların kendisi, gerçek cehaletin ve kibrin en açık kanıtı değil mi?
Ali Can'ın Yazısı.