Süleyman Çınar

Asım Kardeşime İthafen…
 
NEYİ NE KADAR HATIRLIYORUZ?
 
İnsan kelimesinin nisyandan geldiği söylenir. Çünkü insanoğlu nisyan sıfatıyla maruftur. Bunum içindir ki “Hafıza-i beşer nisyan ile maluldür“ demiş büyükler. Nisyan unutmak, insan unutan varlık demektir. İnsan olarak unutkan bir fıtrat üzere yaratılmışız. Mütemadiyen unutuyoruz. Verdiğimiz sözleri, yaptığımız işleri, gideceğimiz yerleri, ilgileneceğimiz kişileri, geçmişte yaptıklarımızı, gelecekte yapacaklarımızı, şu an yapıyor olduklarımızı hatta ibadetlerimizi ve daha nicesini ve en önemlisi de Yaradan’ımızı, yaratılış gayemizi, ölümün yaşının olmadığını ve her insanın ölecek yaşta olduğunu unutuyoruz. Buna karşın daim unutmamız gerekenleri de her an hatırlıyoruz. Parayı, malı, mülkü, şanı, şöhreti, makamı, mevkii hatırlıyoruz demeyeceğim zira aklımızdan hiç çıkarmıyoruz ki hatırlamaya fırsat olsun. Daha sonra “Unutmamız gerekenleri niçin daim hatırda tutarken unutmamamız gerekenleri niçin unutuyoruz?” diye bir soru geliyor lakin geldiği gibi onu da unutuyoruz. Bu hususta anlatılan şu kıssa durumumuzu ne kadar güzel anlatıyor: “Biri İmam-ı Azam’a gelerek: “Yâ İmam, ben namazlarımı huşu içerisinde kılamıyorum. Namazda iken develerimi otlatıyor, onlarla ilgileniyorum, onları düşünüyorum. Oysa siz benden daha zenginsiniz. Peki siz malınızı, mülkünüzü düşünmeden ibadet zevkine nasıl erişiyor, ibadetlerinizi huşu içerisinde nasıl yapıyorsunuz? ” diye sormuş. İmam-ı Azam Ebu Hanife Hazretleri şöyle cevap vermişler: “Ben develerimi gönlüme bağlamam ki; ahıra bağlarım…”
 
ÜÇ ESASIMIZ: HATIRLAMAK, HATIRLATMAK VE HATIRLANMAK   
 
Fıtraten unutkan yaratılmışız ama şunu unutmamalıyız ki dostlar daim hatırlamaya, hatırlatmaya ve en önemlisi de hatırlanmaya muhtacız. İnsan olan herkese hatırlaması gerekenleri hatırlatmaya muhtacız. Başka kimselerin de bize hatırlatmasına muhtacız. Arkadaşlarımızı, dostlarımızı, bizden yardım bekleyenleri, bize yardımı dokunanları, akrabalarımızı ve en önemlisi de aramızdan göçenleri hatırlamaya muhtacız. Hatta bize marazı sirayet etmiş olanları hatırlamaya muhtacız. Unutmayalım ki marazı sirayet etmiş dahi olsa o kişi yardım bekleyendir ve biz onu hatırlamaya muhtacız. Başkaları tarafından da güzel hatırlanmaya muhtacız.
 
ŞÜKRETMEMİZ GEREKEN BİR HAL: ”HATIRLAYABİLMEK”
 
Unutuyoruz ve hatırlamaya muhtacız. Bize biz olduğumuzu, insanlığımızı kim ve ne hatırlatır? Rabbimize şükretmeliyiz ki biz nisyan ile malul kullarına Zat-ı Zülcelâl’ini hatırlamamız için birçok vesile yaratmış. İşte bu vesilelerle kendimizi, insanlığımızı, ne yaptığımızı, nasıl yaptığımızı, kimin için yaptığımızı hatırlayabiliyor ve sorgulayabiliyoruz. Bu vesileler kimi zaman bir rüya kimi zaman bir kişi veya kimi zamanda bir olay olup çıkıveriyor karşımıza. 
 
ZAMAN HATIRLAMAYA VESİLEDİR
 
Kasım ayıda bu anlamda bana birçok şeyi hatırlattı ve birçok şeyi de sorgulattı. Kasım ayı bana Asım kardeşimi hatırlattı ve onun şahsında daha nicesini. Asım geçen senenin Kasım ayında vefat etti. Allah rahmet eylesin. Asım vefat ettiğinde 17 yaşında civanmert bir delikanlıydı. Benden sadece 3 yaş küçüktü vefat ettiğinde. Lise son sınıf öğrencisiydi. Kimin aklına gelirdi 17 yaşında civanmert bir delikanlının vefat edebileceği? Lise son sınıfta okuyan 17 yaşında bir gencin vefat edebileceği akıllara en son gelen şeydir değil mi? Çünkü daha yapacak çok işi vardır bize göre. Daha liseyi bitirecek üniversiteyi kazanacak iş, güç, çoluk, çocuk, mal, mülk, şan, şöhret sahibi olacak ki ölümü hak edebilsin tabir-i caizse değil mi? Ecel geldiğinde var mısın yok musun demeden yaşına, başına, varlığına, yokluğuna, güzelliğine, çirkinliğine bakmadan alıp götürüyor ve geride kalanlar olarak şaşkın şaşkın bakıyoruz. İşte olaylar insanların yazdığı senaryoya göre değil Allah’ın yazdığı senaryoya göre tecelli ediyor. Vefat haberini alır almaz beynimden vurulmuşa döndüm. Çünkü aklım toplumdaki yaygın düşünceden nasibini almıştı. Asım’ın öldüğünü kabullenmek istemiyordu. Adeta üstüste sorular soru içindeydi. Vefatını haber veren arkadaşa verdiği haberin peşisıra bu soruları sıralayacaktım telefonda ama gel gör ki ne bende bunları sıralayacak ne takat ne de arkadaşta cevaplayacak mecal kalmıştı. Toparlandıktan sonra ben de bir nebze olsun vazifemi yapabilmek maksadıyla telefona davrandım. Diğer dostlarımı bundan haberdar ettim. Onların telefondaki halleri de benim halimden farksızdı. Hepimiz üzülmüştük, konuşamıyorduk. Nasıl konuşabilecektik ki ne dilde söz ne bedende takat kalmıştı. Kolay değildi. Genç bir kardeşimiz aramızdan ayrılmıştı Hani diyor ya Hazreti Yunus Emre,
 
Bu dünyada bir nesneye,
 
Yanar içim, göynür özüm,
 
Yiğit iken ölenlere,
 
Gök ekini biçmiş gibi
 
diye. İşte bizim de içimiz yanmış kavrulmuştu. Çünkü hepimiz Asım kardeşimizi severdik. Ona benden daha yakın arkadaşlar vardır. Benim de onların da onun hakkında söyleyecekleri şakacı, hoşsohbet, güler yüzlü ve sevecen olduğundan ibaret ama gel gör ki vakit tamam denildiğinde kişinin ne sıfatına bakılıyor ne de mizacına.
 
Vefatından önce onunla iki yıla yakın yurt arkadaşlığımız oldu. Yurtta yaklaşık 10 kişi kaldığımızdan ortamda doğal bir samimiyet hasıl olmuştu. Ayrılık gayrılık yoktu aramızda ve hiç olmadı. Mütemadiyen birliktelik ve dinmeyen bir muhabbet vardı aramızda. Çünkü aramızdaki muhabbet, menfaat için değil rıza-i ilahi içindi. Birbirimizi Allah için sevenlerdendik ve buna inanıyorduk. Niyazımız Efendimiz`in (s.a.v) kutlu sözünde müjdelediği 7 zümreden olabilmeyeydi. Acıları, sevinçleri, hüzünleri, mutlulukları beraber yaşadık. Aramızdaki şakalaşmalarda dahi ayrı bir güzellik vardı. Ama hayatta her şeyin bir sonu olduğu gibi bununda bir sonu oldu. Güzellikle dolu iki yıl bitiverdi. Ve mezun olduk. Gönül aynı ortamda devam etmeyi isterdi ama ne çare hayattaki yollar ayrıldı bir kere. Yollar ayrıldı ayrılmasına da şükürler olsun dostlarla muhabbetimiz ayrılmadı. Bu muhabbetin vesilesi ile dostlarla birbirimizi hep arayıp sormaya çalıştık. Birbirimizle daim konuştuk görüştük. Ama bir ara ne oldu nasıl oldu bilmiyorum muhabbetimiz sekteye uğradı. Arayıp sormak hususunda gaflete düştüm. Asım’ı arayıp soramadım. O dönemde Asım Eskişehir’de okumaya başlamış ve vefat etmeden önce de kansere yakalanmış. Kansere yakalandıktan yaklaşık bir ay sonra da vefat etmiş. Vefatı bizleri üzdü lakin diğer dostlarla birbirimize kenetlenmemize vesile oldu. Muhabbetimizi perçinledi. Ama şu da var ki yapılan muhabbetler onsuz oluyor. Şairin dediği gibi “Ölüm Allah’ın emri ayrılık olmasaydı.” 
 
ASIM’DAN GERİYE KALANLAR
 
Muhabbetinden mahrum bıraktı lakin vefatıyla bizlere dersler verdi. Birçok hatıranın zihinlerde canlanmasına vesile oldu. Vefatıyla verdiği derslerin her biri insanlığımı unutuşumu ve dünyaya meylimi yüzüme haykırdı. Her biri bir şamar olup yüzüme indi adeta. Tabir-i caizse nush ile uslanmayan bizler için bir kötek oldu. Vefatı vaiz olup dikildi karşıma. Dedi ki: “ İnsan olmaktan maksad her dem yaşam gayemizi hatırlamaktır, hatırlatmaktır. Hayata geliş maksadını unutan insanlığını yitirmiştir. Hayat gayesinden maksad eşref-i mahlukat olarak geldiğimiz bu hayatta esfel-i safiline düşmeden, belhüm adal olmadan ahsen-i takvim üzere bir çizgide yaşamak ve son nefesimizde de o çizgiyi devam ettirip hüsn-ü mevt ile rıza-i ilahiye ulaşabilmektir. Maksad müstakim olabilmektir. Büyükler “Asıl keramet istikamettir“ derken istikametin gayemiz olmasını bizlere tembihlemişler. Müstakim olmaktan maksad “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol“ ( Hud Suresi 112) ayeti mucibince dosdoğru olabilmektir. Dosdoğru olabilmek her saatini her dakikanı her saliseni ve dahi her demini O (c.c) görüyor diyerek geçirebilmendir. Her yaptığın hareketi O (c.c) görüyor idrakiyle yapabilmendir. Her söylediğin sözü O (c.c) duyuyor idrakiyle söyleyebilmendir. Sadece bunlarla sınırlı mı? Değil tabiki de bu işin daha başka boyutları da mevcut. Her düşündüğünü O (c.c) biliyor idrakiyle düşünebilmendir. Kalbinden her geçirdiğini O (c.c) biliyor idrakiyle geçirebilmendir. Kısacası kalb-i selime ulaşabilmektir. Şair:
 
Sanma ey hace ki senden zer-ü sim isterler

Yevme la yenfau da kalb-i selim isterler
 
diyerek ne güzel anlatmış kalb-i selimi. Oraya vardığımızda tek geçer akçemiz kalbi selim olacak. Kalb-i selim sahibi olmak da ölümle hemhal olabilmekten geçiyor. Ölmeden önce ölebilmekten geçiyor. Tam da bu noktada değerli bir ağabeyin sözünü aktarmak lazım şöyle demişti: “Ölmeden önce öl ki ölünce ölmeyesin.“ İşte kalb-i selim sahibi olanların beden kalpleri dursa da ruh kalpleri daima çalışır. Ölmeden evvel ölebilenler ölümü öldürebilenlerdir onlar bir daha ölmezler. Ölmeden önce ölebilmek ölümü daima hatırlamaya, anmaya bağlı. Resul-i Zişan Efendimiz (s.a.v) şöyle buyuruyorlar: "Ağızların tadını kaçıran, lezzetleri yıkan ölümü çokça hatırlayın.(Tirmizi 2307) Diğer bir hadis-i şeriflerinde de Efendimiz (s.a.v) en akıllımızın ölümü çokça hatırlayan olduğunu haber veriyor. İbni Ömer (ra) anlatıyor: “Resulullah (sav) ile birlikte idim. Ensardan bir zat gelerek Efendimiz (sav)’e selam verdi. Sonra da: “Ey Allah’ın Resulü! Müminlerin hangisi en faziletlidir?” diye sordu. Hz. Peygamber (sav): “Huyca en iyisidir!” buyurdular. Adam: “Müminlerin hangisi en akıllıdır?” diye sordu. Resul-i Ekrem de: “Ölümü en çok hatırlayandır ve ölümden sonra en iyi hazırlığı yapandır. İşte bunlar en akıllı kimselerdir” buyurdular. Ölümü sıkça hatırda tutmak lazım zira biz onu hatırlayamadan o bizi hatırlarsa akıbetimiz müşkil olur. Ne zaman öleceğimiz belli değil. Ölüm her an vaki olabilir. Hiç ölmeyecekmiş gibi koşuşturduğumuz dünyada durup her an ölebileceğimiz üzerine düşünmek zor olsa da bunu özellikle bu çağda yapmaya çok ihtiyacımız var. Necip Fazıl gibi “Varmak o iklime ki, uğramaz ihtiyarlık / Ebedi gençliğin taht kurduğu yer, mezarlık” diyerek ebedi gençliği dünyada değil ölümde ve ötesinde arayanlardan olmalıyız. Ölümün sadece yaşlıların başına gelmediğini mezarlıklarda yaşlılar kadar hatta onlardan fazla gençlerin de bulunduğunu hatırlamalıyız. Ve hepimizin potansiyel bir ölü olduğunu daim hatırlamalıyız. Bu hususta Hz. Ömer (r.a)’e ders veren çocuk gibi olmalıyız. Hz. Ömer (r.a.) Medine’de bir gün ezan okunmasıyla birlikte camiye doğru hareket ediyordu. O anda arkasından hızla gelen bir çocuk onu geçti. Bu duruma meraklanan Hz. Ömer çocuğun yanına yaklaşıp “ Yavrum hayırdır telaşlı telaşlı nereye gidiyorsun?” diye sordu. Hz. Ömer’i tanımayan çocuk “Camiye gidiyorum amca” dedi. Hz. Ömer şaşırmıştı. Zira çocuk çok küçüktü. Hz. Ömer “Yavrum sen daha küçüksün. Namaz sana farz değil. Bu kadar telaşa gerek yok ki!” dedi. Çocuk da Hz. Ömer’in bu sözüne karşılık: “ Amca bu işin büyüğü küçüğü olmaz. Mahallemizde daha dün bir çocuk öldü. Üstelik o benden daha küçüktü. Ölümün büyüğü küçüğü ayırdığı yok. O yüzden her yaşta buna hazır olmak gerek. Bu yaşta ibadet etmezsem büyüyünce zor gelebilir.”
 
Çocuğun küçük yaşta bu gayreti bulmasının asıl kaynağı ölümün hırs-ı emeli azaltmaya ve güzel amelleri arttırmaya vesile olmasıdır. Hırs-ı emelin amellerimizi geçtiği bu çağda ecelimizde hırs-ı emelimizin önüne geçiyor. Efendimiz (s.a.v) ecelin tüm emellerin önüne geçtiğini şu misal ile aktarıyor. Hz. Enes (ra) anlatıyor: Resûlullah (sav) yere bir çizgi çizdi ve: "Bu insanı temsil eder" buyurdu. Sonra bunun yanına ikinci bir çizgi daha çizerek: "Bu da ecelini temsil eder" buyurdu. Ondan daha uzağa bir çizgi daha çizdikten sonra: "Bu da emeldir" dedi ve ilâve etti: "İşte insan daha böyle iken (yani emeline kavuşmadan) ona daha yakın olan (eceli) ansızın geliverir." (Buhârî, Rikak/4. Tirmizî, Zühd/25, (2335). İbnu Mâce, Zühd/27, (4232).) 
 
Emeli amele çeviren ölümü tefekkürdür.  İçte ölüm düşüncesi vaki olursa dıştaki amele içteki emele sirayet eder. Hz. Mevlana “ kalp bir deniz, dil bir kıyıdır. Denizde ne varsa kıyıya o vurur.” diyerek bize bunu anlatmıyor mu?
 
VAİZ OLARAK ÖLÜM YETER
 
Asım 17 yaşındaydı ve potansiyel bir üniversite öğrencisiydi. Muhabbet ederken sorduğumuzda hedefinin olmadığını söylese de bu hayallerinin olmadığı anlamına gelmiyor. Kim bilir ne hayalleri, ne emelleri vardı. Hepimizin olduğu gibi. Kimisini gerçekleştirdi ve birçoğunu da gerçekleştiremeden ayrılmak zorunda kaldı. Gitti ve geride ölümünü bizlere vaiz bıraktı. İşte bıraktığı vaiz bizlere vaaz ediyor. Kulağı olup dinleyebilene, gözü olup görebilene, kalbi olup ders alabilene vaaz ediyor. Niyazımız şudur ki: Rabbim bizleri bu vaazdan nasibdar eylesin. Hayatımıza çeki düzen verme gayreti içerisinde olanlardan ve günde kırk defa niyaz ederek istediğimiz müstakim olanların zümresine dahil eylesin. Âmin.
 
Yazımı Sâdî Şirâzî’nin güzel şiiriyle noktalıyorum  
 
Yadında mı doğduğun zamanlar?
 
Sen ağlar idin gülerdi âlem;
 
Bir öyle ömür geçir ki olsun
 
Mevtin sana hande halka matem.

 


GENÇ'ın Yazısı.