Misafir İlahi Emanettir
Süleyman Çınar
Misafir ağırlamak gönül medeniyetimizdeki ulvi değerlerden birisidir. Bu medeniyette doğup, büyüyen ve bu gönül coğrafyasının mensubu olan herkes buna şahittir. Herhangi bir vesileyle yolu bu coğrafyaya düşmüş olanlarda buna şahittir. Anadolumuz başta olmak üzere gönül coğrafyasının her yerinde misafirin kıymeti yücedir. Kadir kıymet bilen Anadolu insanımız misafir gördüğünde elmas bulmuş gibi sevinir. “Mücevherin kıymetinden sarraf anlar“ diye derler ya hani. İşte bu misal üzere Anadolu insanımız da misafirin değerini bildiğinden ona çok kıymet verir. Hatta misafirin değerini bildirmek için ona “Tanrı Misafiri“ demiştir. Peki bu tabir niçin kullanılmıştır hiç düşündük mü? Bu tabiri şuna yormak lazım: Misafir Allah-u Teala’nın kuluna tevdi ettiği emanetidir. Emin olan kişi tevdi olunan emanete nasıl sahip çıkarsa gani gönüllü Anadolu coğrafyasının insanı da misafire o gözle bakar. Emanet gözlerden gönüllerden sakındırılır ki ona bir halel gelmesin. Onun gönlünü hoş etmek ve gönlünü hoş tutmak için canını dişine takar güzel insanımız. Çünkü bilir ki o gönlü hoş tutarsa Gönüller Sahibi de bundan hoşnut olacak ve bu onun rıza-i ilahiyi kazanmasına vesile olacak. Yeri gelmişken şunu da söylemek lazım. Hani bazen şeytan vesvesesi insanlara şunu söyler: “Şu adamın hoşnut olması veya iyi ağırlanmış olması önemli mi? Bu mu senin rıza-i ilahiyi kazanmana vesile olacak kişi?“ O arif insan bunun şeytandan olduğunu bilir ve kendi kendine şunu söyler: “Günahı küçük görme azizim, belki onda Allah`ın gazabı saklıdır ve sevabı da küçük görme azizim, belki onda Allah`ın rızası saklıdır.“ Ne güzel bir düşünce değil mi? Neyin saadetimiz neyin felaketimiz olabileceğini biliyor muyuz? Bunu bizim mahdut aklımızla ve idrakimizle kavramamız kolay değil hatta belki de mümkün değil. İşte tam da buna misal olacak şu kıssadan bahsetmek lazım.
İbrahim Aleyhisselam misafiri çok seven ve misafirsiz yemeğe oturmadığı rivayet olunan “Halilullah” sıfatına mazhar olmuş ve misafirin Rabbinin bir emaneti olduğunu bilmiş bir peygamberdi. Hatta misafir gelmezse, evinin önüne oturur, beklerdi. Bir gün yine yemeğe oturmak için Allah-ü Teala’dan bir misafir lütfetmesini beklerken ateşe tapan bir adam yani bir mecusi geldi. İbrahim peygamberin yanına varıp kendisine misafir olmak istediğini söyledi. Hz. İbrahim, Allah`ın sevgili peygamberiydi adama dedi ki:
- “Gel Allah’a iman et de seni misafirim kabul edeyim.“ Adam Allah’a imanı kabul etmedi. O imanı kabul etmeyince, İbrahim Aleyhisselam da onu misafirliğe kabul etmedi. Nihayet Mecusi oradan çekip gitti. Bunun üzerine Hz. Allah`tan İbrahim Aleyhisselam`a nida geldi:
-“ Ya İbrahim! O kulum bana iman etmediği halde ben yetmiş senedir ona rızık veriyorum. Hiç bir zaman iman etmediği için rızkını kesmedim. Sen hemen onun imansızlığını yüzüne vurdun ve onu misafirliğe bile kabul etmedin.“ Hz. İbrahim hemen mecusinin peşinden gitti, onu aramaya başladı. Nihayet buldu ve:
- “Gel ne olur bana misafir ol“ diye yalvardı. Mecusi:,
- “Daha önce beni iman etmediğim için misafir etmemiştin. Şimdi ise misafir etmek için çağırıyorsun. Sebebi nedir?“ diye sorunca Hz. İbrahim:
- “Allah Teala, seni misafir etmediğim için beni ikaz etti“ diye meseleyi anlattı. Bunun üzerine, hislenen mecusi:
- “Bu ne yüce Rab ki, kendine iman etmeyen benim gibi bir kimse için kendi peygamberini ikaz ediyor“ diyerek derhal imana geldi.
BELKİ SINANIYORSUNDUR DİKKAT ET!
Misafirin hem dinimizdeki hem de kültürümüzdeki değeri yüksektir. Değeri yüksek olan bu emanetinde ehline verilmesi icap eder. Hiç kimse değerli bir eşyasını hor bakan kimseye teslim etmek istemez. Emanetini ehline teslim etmeyi arzu eder. Herkes işinin ehli tarafından görülmesini ister. Emin kişi de emanet verilirken öne çıkar. Farik vasfı emin olan emaneti teslim alır. Keza bu kimse düşman dahi olsa. Mekke müşrikleri Efendimiz`e (s.a.v) düşmandılar. Hatta canına kast edecek kadar düşmandılar. Fakat eşyalarını da O’ndan başkasına emanet edemiyorlardı. Emanet çok mühimdir. Bu manada Allah’ın da kullarına tevdi ettiği emanetleri vardır. Yüce emenetlerden birisi de misafirdir. O, emanet edilen kişiye Rahmet-i Rahman’ın emanetidir.
Rabbimiz misafiri kuluna iki sebeble emanet eder. Ya o kişi gerçekten emindir ya da emin olup olmadığı sınanıyordur. Eminliğini kanıtlamışsa zaten emindir. Peki sınanan kişi ne yapacak? Emin olup olmadığı sınanan kişi sınandığını bilmiyorsa, bilemiyorsa ve idrak edememişse çok müşkil bir duruma düşebilir. Şu hayat yolculuğunda fırsatlar ve imtihanlar bazen insanın önüne sadece bir kereliğine gelir. İnsan bundan yararlanırsa ne ala fakat yararlanmazsa bu hal insanı pişman eder. Bu hususu güzel bir misalle gönüllere taşımak lazım.
Bir zaman Musa Aleyhisselâmın ümmeti O’na:
- “Ya Musa! Rabbimizi yemeğe davet ediyoruz. Buyursun bir gün misafirimiz olsun. Neyimiz varsa ikram etmeye hazırız“ dediklerinde Musa Aleyhisselâm, onları azarladı. “Nasıl olur, Allah (haşa) yemekten, içmekten ve mekândan münezzehtir“ diyerek bir daha böyle bir şeyi akıllarından bile geçirmemelerini tembihledi. Fakat Musa Kelîmullah Tur-u Sina`ya çıkıp, münacatta bulunmak istediğinde, Allah tarafından O’na şöyle nida olundu:
- “Ey Kelîm`im neden kullarımın davetini bana getirip söylemiyorsun?“ Musa Aleyhisselâm:
- “Ya Rabbi, böyle daveti sana gelip söylemekten hayâ ederim. Nasıl olur, Zat-ı Ulûhiyetin onların söylediklerinden beridir“ dedi. Allah (c.c.):
-“Söyle kullarıma, onların davetine Cuma akşamı geleceğim“ buyurdu. Musa Aleyhisselâm gelip kavmini durumdan haberdar etti, hazırlığa başlandı, koyunlar, sığırlar kesildi. Mümkün olduğu kadar mükellef bir yemek sofrası hazırlandı. Çünkü misafir gelecek olan ne bir vali, ne bir padişah, ne bir başka yaratıktı. Kâinatın yaratıcısı misafir olarak gelecekti. Hazırlıklar tamamlandıktan sonra, akşamüstü uzak yollardan geldiği belli; yorgun argın, üstü-başı birbirine karışmış bir ihtiyar gelip:
- “Ya Musa! Uzak yollardan geldim, açım, bana bir miktar yemek verin de karnımı doyurayım“ dedi. Hz. Musa:
- “Acele etme, hele şu testiyi al da biraz su getir bakalım. Senin de bir katkın bulunsun. Biraz sonra Allah (c.c.) gelecek“ dedi.
Tabii adam daha fazla diretmeden çekip gitti. Yatsı vakti oldu, beklenen misafir halâ gelmedi. Sabah oluncaya kadar beklediler, halâ gelen giden yoktu. Neyse ümidi kestiler. Hz. Musa taaccüp içinde idi.
İkinci gün Hz. Musa Tur`a gidip:
- “Ya Rabbi, mahcup oldum, ümmetim: “Ya Sen bizi kandırdın, ya Allah sözünde durmadı diyorlar“ dediğinde, şöyle hitap olundu:
- “Geldim ya Musa, geldim. Açım dedim, beni suya gönderdin, bir lokma ekmek bile vermedin. Beni ne sen, ne de kavmin ağırladı.“ Bunun üzerine Hazreti Musa Kelîmullah:
- “Ya Rabbi bir ihtiyar geldi sadece, o da bir kuldu, Allah değildi. Bu nasıl olur?“ dediğinde Cenab-ı Allah:
- “İşte ben o kulum ile beraberdim. Onu doyursa idiniz, beni doyurmuş olacaktınız. Çünkü ben ne semalara, ne yerlere sığarım, ben ancak aciz bir kulumun kalbine sığarım. Ben o kulumla beraber gelmiştim. Onu aç olarak geri göndermekle, beni geri göndermiş oldunuz“ buyurdu.Bu kıssayı dinlediğimde ikramlı buluşmalardaki hepimizin şahit olduğu yaygın hadiseyi hatırladım. Bu buluşmalar geçmişte herkesin nasiplendiği buluşmalar iken günümüzde fakir fukaranın nasiplenemediği buluşmalar haline geldi. Günümüzde düzenlenen buluşmalar davet edilenlerinlerin dışında kimsenin katılamadığı, dışarıdan meczup birisi girdiğinde onun hor görüldüğü buluşmalar oluyor. Bazı insanlar masum, mağdur, meczup kimseler oraya girdiğinde ya onları oradan çıkarmak için elinden geleni yapıyor ya da alelade birkaç bir şey verip baştan savmanın yollarını arıyor. Yaşanan hal hepimizin vicdanını sızlatıyor. İçimizi burkuyor. Bu davranışı sergileyenlerde eminim isteyerek yapmıyorlar veya sonrasında pişman oluyorlar. Çünkü vicdanları bunu kabul etmiyor. Sonrasında gönüllerindeki burukluğu ve bizi biz yapan değerleri hatırlıyorlar. Bize yanlışımızı hatırlatan o değerler bizi biz yaptı. Mazimiz şükür ki iftihar edilecek, örnek alınacak nice güzellikle dolu. Günümüzde de nice güzel davranış, nice güzel insan var ve daha niceleri olacaktır da. Çünkü bizler güzelliği şiar edinmiş insanlarız. Bizler misafirini güzel ağırladığı için Allah-u Teala`nın övgüsüne mazhar olmuş sahabenin gittiği yoldayız. Bizler misafirin kadrini kıymetini bilen bir medeniyetin evladlarıyız. Bizler misafir yüceliğine inanmış bir coğrafyanın insanıyız. Bizler rıza-i ilahinin nerede olduğunu bilmeyen fakat hayat gayesi bunu aramak olan kullarız o yüzden meczup diyerek hor gördüğümüz ve belki de tiksindiğimiz kimselere Rabbimizin bize emanet ettiği kutsal emanetler gözüyle bakmalıyız. Dikkat edelim şu hayatta, imtihanında fırsatında ne zaman ve ne şekilde geleceği belli olmaz. Bu yüzden her daim hazırlıklı olmak en güzelidir. Zaten asıl akil kimsede bu şekilde davranan değil midir? Yazımı Hz. Mevlana (k.s)’nın şu güzel sözüyle noktalıyorum:
Her olayı hayır bil, her geceyi Kadir bil, her geleni Hızır bil.
GENÇ'ın Yazısı.