Okullarda İngilizce öğrenimi zorunlu hâle getirildi. Ne ilginç! Dinime küfredenin dilini biliyorum lakin dinimin dilini bilmiyorum.  Anadilimden mahrum kaldığımız için annemizden yeterince beslenemiyoruz. Dahası sadece Arapça ile sınırlı değil, Osmanlıcayı da  bilmiyorum.

Leb demeden leblebiyi anlayan bir neslin arasından geliyorum ve o nesle hitap ettiğimin farkındayım. Birçoğumuz “dil yarası” ifadesini duyduğumuzda dudaklarımızın arasından çıkan sözcüklerin fütursuzca kullanılmaması gerektiğinden bahsedileceğini tahmin ederiz. Ya da biraz daha arabesk müzikle ilgilenenler olayı Orhan Gencebay’ın şarkısına kadar götürebilirler lakin mevzu bahis bunlar değil.

Dil yarası denildiğinde ilk aklımıza gelmesi gereken bizlerin anadilimizden mahrum bırakılmışlığımızdır. “Bizim anadilimiz Türkçedir  ve onu konuşuyoruz işte” cümlelerini işitir gibiyim fakat bizim anadilimiz Türkçe değildir. Bizim anadilimiz doğduğumuzda kulağımıza  okunan ezanın dilidir. Ondan mahrum kaldığımız sürece yönümüzü kıbleye dönerken hep bir şeyler eksik kalıyor işte, sizce de öyle değil mi?

Evet, doğru, bizler o sancılı süreçleri pek yaşamadık daha çok babalarımızdan hatta dedelerimizden dinledik ezanın Türkçeleştirilmeye çalışıldığı günleri. Ancak şimdi de ezanımız Arapça lakin bizler dedelerimizin kullandığı dilden mahrum bırakıldığımız için dinin diğer temel unsurlarını anlayamıyoruz. Kur’an dinlemek farz ama Kur’an’ı salt bir eser gibi dinlemek değil anlayarak dinlemek farz olsa  gerek. Bizler okunanı anlayamadığımız için bu farzdan da mahrum kalıyoruz.

Okullarda İngilizce öğrenimi zorunlu hâle getirildi. Ne ilginç! Dinime küfredenin dilini biliyorum lakin dinimin dilini bilmiyorum. Anadilimden mahrum kaldığımız için annemizden yeterince beslenemiyoruz. Dahası sadece Arapça ile sınırlı değil, Osmanlıcayı da bilmiyorum. Bugün üzerinde yaşadığım topraklarda az biraz huzurumuz varsa, az biraz turistik yerimiz, az biraz küfür devletlerine diş geçirmişliğimiz varsa, o Osman dedemden kalma.

Bu kubbe altında söylenmemiş söz kalmamış ama ben çoğuna Fransızım. Asla olmak istemediğim millet Fransız milleti. Bize ne geldiyse Fransızlardan ve tabi İngiliz-i fitnengizlerden geldi. Hah! İşte böyle diyordu Osmanlı dedem “İngiliz-i Fitnengiz, papazı şahbaz”.

İngilizceyi kazayla öğrendim. Ama Fransızcayı öğrenmeyeceğim, Farsçayı öğrenirim daha iyi, en azından Osmanlı dedemin yazdığı o enfes şiirlerden birkaç  cümle anlarım. Majidi filmlerini orijinal dilinde izlerim, Ali Şeriati kitaplarını, Hafız divanını, Efresiyab’ı daha iyi tanırım; Muhammed Rıza Şeceryan’dan Hüseyin Alizade’den birkaç şey kaparım. Evet, Arapça ve Osmanlıca’dan sonra Farsça neden olmasın?

Düşmanımın dilini öğreneceksem illa Fransızca öğrenmem, yine gider Çince öğrenirim. Boşa mı demiş Peygamber Efendimiz “ilim Çin’de bile olsa gidip alın” diye. Bize en yakın, bize en uzak düşman Çin olsa gerek.

Öncelikle herkese dil yarasını teşhis etmek düşüyor. Ve bu yarayı kapatmak için gayret etmek, gerekirse para harcamak gerekiyor. Tedavi yöntemlerinin hepsine başvuracağız. Gerekirse Facebook’ta yer  alan her gün bir Farsça kelime her gün bir Arapça kelime gruplarına bile katılacağız. Endülüs’te Frankların yaktığı o eşsiz kitapları yeniden yazacağız.

Bir sefer olsa da gitsek diyordun ya ey Genç. Al sana sefer hadi katıl bu sefer, hepimiz Arapça, Osmanlıca, Farsça ve hatta Çince öğrenelim var mısınız? Yok’um diyorsan zaten yoksun ama hiç olabilenlerin yokluğundan değil seninki bildiğin yoksun!


Sami Yaylalı'ın Yazısı.