Erkam Salih Büyükdinç

Kapılar ardı ardına kapanıyordu. Her geçen ki daha sert, daha gürültülü… Yetişmek için çabaladıkça uzaklaşıyor, heyecanını tazeledikçe umudu bayatlıyordu. Bu son kapı öyle bir kapanmıştı ki yüzüne, sanki acıyı bütün zerrelerinde on misliyle hissetmişti. Eli, kolu ya da parmağı sıkışmamıştı kapı arasına belki ama ruhu, duyguları, hayatı sıkışmıştı. Bir daha kurtarabilir miydi kendini bu aralıktan? Yoksa kalbinde başlayan kangren ayak tırnaklarına kadar taşınır mıydı?
 
Cehennemin kapısı ona açılan ilk kapı olmakla beraber kapandıktan sonra da bir daha açılmayacaktı. Rengin tek olmasıyla sağlanan koyu uyum ve tuvalet kokusunun sıcak ilişki halinde olduğu soba dumanı insanın içini ürpertiyordu. Belki de hiç yanmamış demir döküm peteklerden yayılan soğuk tende tek bir kılı bile yatırmıyordu. Soğuk cehennemdeki soğuk insanlar donuk bakışlarıyla onu dikizliyordu. Mavi üniformasıyla zebani adeta teşekkür beklermişçesine “Oturun lütfen, üşüteceksiniz” diyordu pislikçe sırıtarak. Hafifçe arkadan itilmesiyle elindeki ağır, tahta valiz kaval kemiğini hizaya getirmişti ama hiç acı çekme sırası değildi. Aslında güçsüzlüğünü dışarı vurma korkusuydu duygularını kendi kafesine kapatma çabasının nedeni. Akbaba gibi ölümünü bekleyen insanlardan önünü göremez olmuştu çünkü. Demir parmaklıklar ardında savunmalıydı artık kendini demirden suratlara karşı. Düşüncelerini hapsedememekti onu hapseden. Bedenindense fikirlerinin özgür olmasını yeğlemişti.
 
Kararmış kuka tespihiydi onun sırdaşı artık. Onu sallarken öğrenmişti hayatı sallamamayı. Onu karartırken öğrenmişti dünyasını aydınlatmayı. Kireçli çeşme suyuna kırmızı rengini veren çaydı onun içini ısıtan, kendi sardığı sigarasının dumanıydı kötü bahtıyla birlikte uçup giden. Yeşil çimenler üzerinde volta atmaktı artık onun mesleği, minik serçelerin ötüşleriydi maaşı. Ailesi olmuştu her bir ağaç. Yeşil, sarı, kahverengi… Gözlerinin rengiydi bütün yapraklar. Toz kokan, saman kâğıdına kelimelerle çizilmiş resimlerdeydi hafta sonu tatilleri, küçük kaçamakları. Bulutlarla beraber hareket ederdi duyguları. Yağmur yağarsa başka, güneş açarsa ne ala.  Tek düşmanı uykuydu onu esir aldığı için. Mutlu olmasını istemediği için… Ne stresti, ne kızgınlık, yorgunluktu baş ağrısının tek sebebi. İnsanlarla doğru orantılı azalıyordu soldan gelen duygular. İsyanı yoktu ama sitemi vardı geçmişine. Umudu azdı ama heyecanı boldu geleceğe dair. 
 
Konuşmuyordu artık çok fazla. Sessizliğin vatandaşıydı, sessizceydi ana dili. Artık dalgaları yoktu belki ama gayet derindi. Düşünmenin tiryakisi anlamanın müptelası olmuştu. Anladıkça susuyor sustukça anlıyordu. Düşünce kaynağında berraktı ancak dil yatağından aktıkça bulanıklaşıyordu. Tespih tanelerinin sonuncusuna yaklaşıyordu gittikçe. Yavaş bazen daha da yavaş kayan her boncukta öğrenmişti ipte kaydığını. İp koptuğunda sonsuzluğa ulaşacağını… Sonsuzluğu ararken gidiyordu sonsuzluğa. İpin dayanma gücü kalmamıştı. Dağılan her tane bir bir geçiyordu gözünün önünden yere düşerken. Her birinde birçok pişmanlık, birçoğunda sayılı mutluluk vardı. Sonuncu düşerken birbirine iliştirdi zaten kısık duran göz kapaklarını. Son bir kez düşündü… Sonunda sonsuzluğu buldu. Son kapı bu kez sessizce kapandı.
 
 
    
 
  
 


GENÇ'ın Yazısı.