Hasret Ali Genç
Ben, 20. yy. Anadolu kasabalarından birini tasvir eden ünsüz bir tabloyum. Antika sayılmam. Modern döneme de yetişemedim. Kasabaya yakın hafif bir tepenin yokuş başında, bir pansiyon odasında yağlı boya ile vücuda getirildim. Doğduğum odadan çıktığımdan beri kaç kez el değiştirdim hesap edemedim.
Yıllar evvel getirilip yarı paslı bir çivi ile çakıldığım şu duvar son durağım olur mu kestiremiyorum. Yan duvarda olsam şimdiki halimden daha mesut olurdum: Daima gölgede kalmaz ve hemen önümdeki masadan da kurtulurdum.
Lokanta ilk açıldığında büyük bir umutla beni demirbaşların arasına koydular. Müşterilere canlı ve samimi bir ortam sunulmasına katkı sağlama görevi verdiler. Kulağa ne hoş geliyor değil mi? Bir resim daha başka ne arzu edebilir ki… Esasen yine şikâyet etmezdim. Sadece ve sadece masalardan birinin üstüne, baş hizasına yerleştirmeselerdi beni eğer.
Tabiatım gereği ilginin merkez noktası olmayı seven bir varlığım. Nerede olursam olayım mekân içindeki insanlar beni mutlaka süzmeliler. Beni umursamadan geçen hiç kimse olmamalı. Hatta derinlikli inceleyenler içimdeki detayları keşfedebilirler. Göz atıp geçenlere üzülürüm. Sanattan mahrum ruhlardır onlar.
Sabah sokakta gürültü artınca bu kalabalık şehrin insanları lokantaya girip çıkmaya başlarlar. Ta ki akşam ile gece vakitleri birbirlerine dokunana dek. Masalar dolar boşalır. Benim eşlik ettiğim masaya iyi insanlar gelsin isterim. Fakat çoğunlukla hayal kırıklığına uğrarım.
Çevrem geniştir diye övünmek isterdim. Çok insan tanıdım. Ama nihayetinde bunun faydalı bir şey olmadığına karar verdim. Çekiniyorum artık insanlardan. Onlara ortak olabildiğim tek faaliyet, masama oturanların konuşmalarını dinlemek. Epeyce dinlemişimdir.
Haftada birkaç öğle aralarını lokantada yiyerek geçiren öğrenci gençler var mesela. Hiç bilim, kültür tartıştıklarına şahit olmadım. Varsa yoksa öğretmenleri ve arkadaşları hakkında çeşit çeşit izlenimleri ve yargılarını ortaya koyarlar. Yarış içinde gibidirler. Biri birinden daha ileri gitmezse rahat edemez. Hoşuma gitmez. Kulaklarım olsaydı kapatırdım.
Salı günleri pazar dönüşü uğrayan bayanlar olur. Onların kitabında içindekiler kısmı çok seçilidir: Komşular ve aile fertleri. Muhtar kadar bilgim var desem yeridir bu konuda. Hane hane kimin ne eksiği var, kimin ne peşini bırakmaz hatası var öğrendim. Birisi gelse masama otursa bir bakışta şıp diye çıkarabilirim kim olduğunu.
Yakın iş merkezlerinden gelen çalışanlara ne demeli. Patronları muhakkak delidir, çıldırmıştır onlara göre. Mesai saatleri uygunsuzdur. İş arkadaşları dengesizdir. Bir iş yerinin var olduğunu düşünüyorum ve orası çok sıkıntılı galiba. Hepsi de orada çalışıyor zannedersem; herkes aynı düşüncede olduğuna göre.
Bazen daha önce görmediğim yeni birileri gelir, masama oturur, sipariş verirler. Onları gönüllü olarak dinlerim. Bir şükür ifadesi, belirtili umut tamlaması, kadir-kıymet öbeği, iyilikten güzellik yapan yardımcı fiil duymak isterim. Ama nafile. Olsa olsa duymadığım başka bir keyifsizliklerinden bahis açarlar. Başkaları hakkında duymak istemeyeceğim olumsuz fikirler beyan ederler.
Bu davranışlar bir çeşit hastalık olabilir. Kalıcı ve bulaşıcı gibi görünüyor. En kötüsü, maruz kaldığım onca zaman boyunca beni de fena etkiledi. Bir dere vardı bende akan, duru suyu bulandı. Ressam ilk çizdiğinde ağaç dallarım meyveliydi. Yok oldular elmalar, kirazlar... Güneşimin sarısı gözleri kamaştırırdı. Şimdi bulutların arasına saklanmış mat bir güneş düşmek istercesine asılı öyle. Resmin bütünündeki samimi, sıcak ve temiz koku uçtu. Küflenmiş gibiyim.
20. yy. Anadolu kasabalarından birini tasvir eden güzel bir tabloyu yavaş yavaş çürüttüler. Zavallı bir hale geldim. Ben de onları konuşur, onları anlatır oldum. İnsanların davranışlarını ilan ve ifşa etmekten başka bir marifetim kalmadı.
GENÇ'ın Yazısı.