Erkam Salih Büyükdinç

Güneşten erken uyandı yine. Felaketten hallice bir gün… Sin Kaflı sözlerle alarma eşlik etti bir süre. Kuru ekmek yanında biraz küflü peynirle geçiştirdi kahvaltıyı. Solmuş mavi gömleğinin altına beli geniş kahverengi pantolonunu giydi her zamanki gibi. Kemerini yine yıpranmış ikinci delikten geçirdi. Geceden boyadığı sivri burunlu siyah ayakkabılarını demir kerata yardımıyla geçirdi ayağına acele etmeden. Çıkmadan aynaya şöyle bir gözü takıldı. Bu sefer kırışıklıklardan çok alnındaki yara izi sıktı canını en çok. Portmantonun üstündeki kırmızı kutuyu açtı yine. Ardından öpüp kokladı içindeki yüzüğü. Hayata karşı son bir şans diledi Allah’tan ve bu kez de “Bu son!”diyerek taktı o yüzüğü tekrar. Her zamanki gibi son kez arayacaktı yüzüğün ikizinin sahibini. Beyazlamış sık saçlarını ıslatıp, küçük bir tarak darbesiyle arkaya yatırdıktan sonra yüzünü merdivenlere döndü. Eskimiş kapıyı zar zor kapattı ve bir kat aşağı inip yol arkadaşına yöneldi. Yer yer dökülmüş mavi boyası ve inmiş tekerlekleriyle aynı kendisine benziyordu. Homurdanarak da olsa çalışmayı bu sefer de başaran emektar ve içindeki kendi dâhil bütün canlılardan nefret eden emektar. Bu sebepten olacak ki en iyi arkadaşı, tek arkadaşı, daima emektar olmuştu.

Küpeli erkeklerden, feslilerine; kısa saçlarına fön çekmiş kızlardan çarşaflılara kadar her türden canlı binerdi ilk durakta. İkinci durakta kızının annesinin bakması için doğurduğu çocuğuna bakıcılık yapmaya giden yetmişlerinde bir teyze elinde bastonuyla zorlanarak binmeye çalışırdı. Bazen beklemeyip basıp gitmek isterdi ama zorunluydu. İnsanları beklemek, taşımak, onlara hizmet etmek zorundaydı. Üç, dört, beş… Yol da yolcu da bitmiyordu. Canı çok sıkıldığında düşüncelere dalıyordu. Öyle ki bazen gaz pedalıyla değil düşünerek yol alıyordu. Ezberlediği yollara dikkat etmiyordu ve düşünmeyi bıraktığında bir de bakıyordu ki son durak. Tıklım tıklım dolmuştu yine. Ter kokusuyla harmanlanmış ‘Calvin Klein’ ciğerlerini yakıyordu. Bu sefer farklıydı. Cismen orada olsa da zihnen orada değildi.

Uçsuz bucaksız bir kütüphane… Loş ışıkta alabildiğine kitap dolu bir salon… Çocuk kitapları ilk rafta olmak üzere kronolojik sıralanmıştı kitaplar. Eline gelen ilk kitabı açtı. Arkadaşlarıyla değil de tek başına söğüdün altında oturan bir çocuğun hikâyesiydi bu. Onların yaptığı maçı onlarsız olmayı yeğleyerek izleyen bir çocuk… Biraz daha ileriden çekti bu sefer ki kitabı. Biraz kalındı. Lisede ettiği kavga nedeniyle geceyi nezarethanede geçiren gencin eve geldikten sonra babasından yediği dayakla başlıyordu bu kitap ve çok da farklı olmayan konularda devam ediyordu. Adımlarının heyecanına ortak olmaya çalışıyordu. Hızla giden ayaklarını burnu durdurdu. Güzel kokulu bir kitaptı yolunu kesen. Bu kitabı biraz daha özenle çıkardı yerinden ve gerçekten okumaya başladı kelimeleri tek tek.

“Herkes dağılmıştı. Kendisi hariç. Gözlerinden süzülen damlalar, yere hızla inen yağmurla birlik olup toprağı dövmeye devam ediyordu. Toprak suçluydu çünkü. Canından bir parçayı, annesini koparıp almıştı ondan. Hiç rüzgâr yoktu. Yerde oluşan su birikintileri o kadar sakindi ki karıncalar su içiyordu. Saatlerdir annesinin yeni yatağının başucunda her zamanki gibi dimdik duruyordu. Ta ki gücü tükenene kadar… Tüm ağırlığını yoruldukça bir ayağından diğer ayağına aktarırken artık dayanamadı ve nemli toprağın üzerine düştü. O düştüğünde yerdeki su birikintileri de bir bir zıplayıp geri düştü. Annesi yaşarken ona hep Allah’ın onları ne kadar sevdiğini anlatırdı. “Neden! Eğer beni seviyorsan neden annemi benden aldın?” sesleri mezarlıktaki ağaçlar tarafından birkaç kez daha tekrarlandı…”

Sonrası pek önemli değildi, kendisiyle ilgili meseleler devam ediyordu. Devam etti yolculuğuna. O da ne?  Bir dolap boşluğu gözüküyordu ilerde. Koşar adım gitti oraya. Çiçek bahçesi gibi bir kokuya doğru yaklaşıyordu yine. Şaşkınlıktan ağzının açık olduğunu bir tükürük damlasının aşağıya süzülmesiyle anladı. Tanıdık bir yüzdü yerde sırt üstü yatan. Bir kolu yerdeyken, diğer kolu rafın üzerine denk gelmişti yerdekinin. Örümcek ağları ipekten bir elbise örmüştü yerdeki ölüye. Ölü müydü acaba?  Kontrol etmek istedi. Hafifçe oynattı hareketsiz yatan kadını. Hemen yanında duran üzerinde “anı siler” yazan makineyi aldı eline. Tanıdığı bir aletti. Pat! Altıncısı sıkılmamış altıpatların son mermisi de diğerlerinin yanına gitmişti. Allah’tan o güzel yüzüne zarar gelmemişti. İncecik yay gibi kaşlarının altında geniş mavi gözleri baş döndürüyordu. Dolgun pembe dudaklarının üstüne düşmüş bir iki dalgalı simsiyah saç teli bir çerçeve gibiydi. Sırma saçları kömür rengine rağmen altın gibi parlıyordu. Zayıf vücuduna kurşunların açtığı deliklerden girip çıkan hamam böcekleri bile bozamıyordu ahengi. Bütün zarafetiyle ortama güzellik katan kadın: “Yoluna baksana ne bakıyorsun sapık?” diye bağırdığında kulaklarındaki çınlamanın sebebi ne kadının o güzel sesi, ne de kafasına yediği çanta darbesiydi. Onu kalbinden vuran kadının parmağındaki eski pırlantaydı…                      
                           
 


GENÇ'ın Yazısı.