İlla Biri İle Rekabet Edeceksen Bu Kendin Olsun
Erenlerden birine sormuşlar: “Bize öyle bir şey söyle ki dünyada olmasın.” “Rahatlık” diye cevap vermiş. Mim Kemâl Öke’nin hayatı da aynı bu cevap gibi. “Belki de birçok insan için büyük sorun sayılabilecek olaylar geçti başımdan, bu anlarda teslimiyeti seçtim” diyor. Mim Kemâl Hoca ile hem hayatından bazı kesitleri, hem de yeni yayımlanan “Dervişin Safa Defteri” isimli kitaptan hareketle Tasavvuf’u ve Hz. Mevlânâ’nın yolunu konuştuk.
KİMDİR?
Mim Kemâl Öke, 1955 İstanbul doğumlu siyaset bilimi profesörü. Atatürk’ün doktoru olarak bilinen ve kendisiyle aynı adı taşıyan Mim Kemâl Öke’nin torunu. Robert Kolejinden mezun olduktan sonra yurtdışında eğitim aldı. 35 yaşında Türkiye’nin en genç profesörlerinden biri oldu. Türk dış politikası üzerine çalıştı ve akademik hayatını İstanbul Ticaret Üniversitesi’nde sürdürüyor. Çeşitli dillerde yayınlanmış akademik makaleleri ve kitapları var, ayrıca üç romanı bulunuyor. Mim Kemâl Hoca’nın hayatı baştan aşağı ibretlik. Anne babası alkolik ve kumar düşkünü idi, bu yüzden hayatının önemli bir kısmı yoksulluk içinde geçti. Ermeni meselesini çalıştığı için türlü engeller ve zorluklarla karşılaştı. Oğlu Alihan kalp hastası olarak doğdu ve ameliyatı için çok sıkıntı çektiler. Ardından Down Sendromlu kızı Nazlı doğdu. Tüm bunlara isyan etmedi, teslim oldu. Engellilerin dünyasında insanlığa dair çok şey öğrendi. Hep aşkla çalıştı, başına gelenlere sabretti. 22 yıl önce profesör olmasına rağmen hâlâ günde 200 sayfa kitap okuyor. Yayınlanmış 40’a yakın kitabı var. Tüm bunları ve daha fazlasını “Yaralı Ceylanlar Kulübü” isimli kitabında anlatıyor.
Siz zor zamanlarda, 60’larda ve 70’lerde gençliğinizi yaşadınız. Muhtemelen bu dönemde yaşadıklarınız sizi çok etkilemiştir. Şimdi geriye dönüp baktığınızda o yıllara dair ne hissediyorsunuz?
Her dönemin kendine özgü zorlukları vardır; tarihi boyutta, şahsî perspektifte… Mesela 70’ler dünya için de Türkiye için de çileli yıllardı. Diğer yandan idealizm vardı. Şimdi Soğuk Savaş bitti, idealizm de kalmadı. Tarihe meraklıydım. Yaşadığım demleri de sorgulardım o nedenle. Bilim adamı olmayı istemem, ‘anlamak’ içindi! Tabii ki, yıllar tortulanınca, yaşadıklarınızı daha iyi -her ölçekte- idrak edebiliyorsunuz. Onun için tefekkür, murakabe illa ki şarttır. Her ‘evre’nizde.
Bize Robert Koleji yıllarınızdan, sonra hayatınızın nasıl şekillendiğinden biraz bahsedebilir misiniz?
Bunların bir kısmını, Sufi Kitap’tan çıkan “Yaralı Ceylanlar Kulübü” adlı kitabımda özetledim. Size de anlatırım elbette. Lakin uzun sürer. Aslında kendimden konuşmayı da hiç sevmem. Onun için ısrarlara rağmen, anılarımı yazmıyorum. Yazamıyorum.
Yine de şöyle söyleyeyim. Şimdi geriye doğru bakıyorum da, hayli ‘sergüzeşt’ bir ömrüm olmuş. Şükür Rabbime! Bu imtihanları bana verdiği için. Hatta, bu hayat yolunda bana şöyle veya böyle (menfî bağlamda) kastedenlere de teşekkür ediyorum. Öğrenme-tekâmül sürecine katkıları olmuştur, inşallah. Eksiğimiz, kusurumuz onca çileye rağmen vardır ve ayıp, hakire aittir. Önemli olan imtihan kısmı değil, bu antrenmanlardan çıkıp, ‘rol modeli’ olabilmek. Bu görevi yerine getirebildik mi, bilmiyorum evlâdım. Bana dua edin.
Tasavvuf Sorun Çözme Becerisi Verir
Kızınız Nazlı ile ilişkinizin sizi asıl “babalıkta profesör” yaptığını söylüyorsunuz. Çevrenizin göremediği ve sizin Nazlı’da gördükleriniz neler oldu, Nazlı sizin için nasıl bir öğretmen?
Adım adım geldik Nazlı’ya. O bende/benliğimde tam bir inkılap yaptı diyebilirim. Tarih, bir medenîleşme (Medine-i Münevvere’ye varma) yolculuğudur. Bu da bir ‘insanîleşme’ sürecidir. İyi bir tarihçi, ‘vakanüvis’ değil, tarihe bakarak, ibret/ders alıp kendi özel tarihini (özgeçmişini) inşa edendir. Nazlı beni iyiliğe, nura doğru yönlendirdi. O benim Şems’im oldu.
“Uluslararası ilişkilerde nereye gidiyoruz” diye soruyoruz. İnsanoğlu 21. yüzyılda -geçmişe kıyasla- daha mı medenî? İnsanları farklılıklarına rağmen cem edemiyoruz; barış içinde yaşatamıyoruz, birliğe (tevhide) varamıyoruz. Bakınız oğlum, engellilere bakış açısı ve davranış biçimi bir medeniyet ölçüsüdür. Bunu içselleştiren, yani farkı/cemi aynı anda idrak eyleyen safasını sürer. Tasavvufun özüdür bu; tasavvuf günümüzdeki sorunları (kesretten vahdete, süflîden latife) çözme becerisi veren bir metodolojidir aynı zamanda.
“Nazlı ile birlikte yürüdük bu yollarda.” desem, acaba meramımı anlatabilir miyim, yerli yerince?
Çok güzel anlatmış oldunuz, eksik olmayın. Peki, hem akademik hem manevî anlamdaki tekâmülünüzü neye borçlusunuz diye sorsam.
Disiplinli çalışmaya. Kesbetmek önemlidir. Bu ömrü yan gelip yatarak harcayamazsın! Hiçbir şeyi kolay öğrenmedim; ata binmek dahil. Ama, cehdettim. Gayret ettim. Onun için de ‘aşk’ lazımdır. Sevgiyle yaklaşmak... Mesainiz birilerini mutlu etmek, hele sizi Yaratan’ın rızasını kazanmak için ise, içinizde o aşk varsa, öğrenirsiniz. Yaparsınız. Yaptırırlar.
Farabi’nin Bir Günü Nasıl Geçerdi?
Günde 4 saat, en az 200 sayfa okurmuşsunuz. Bizde akademisyenler profesör olunca okumayı bırakırlar genelde. Siz 35 yaşında Türkiye’nin en genç profesörlerinden biri oldunuz. Nasıl istikrarlı bir şekilde sürdürüyorsunuz bunu?
Bu bir ‘diyet’tir; maddî-manevî boyutlarıyla. Biyoritminizi ayarlayacaksınız. Beden de ruh da o besini bekler, alınca işler. Sağol oğlum, bizi örnek alıyorsunuz. Biz de İslam tarihindeki hezarfen âlimlere bakıyoruz, esâmemiz okunmaz, onlarla tartıya çıkınca. Bilim tarihi, özellikle Müslüman ilim adamlarının hayatı okutulmalı. Fârâbî’nin bir günü nasıl geçerdi, mesela. Kıyaslamalar, bize utanç verir. Ne kadar çalışsak, az!
Siz başarılı olma arzusunun yerine mutluluğu koyuyorsunuz ve mutluluğu da başkalarını mutlu etmeye bağlıyorsunuz. Hatta “Hayatta başarısız ol, yenil, ne olacak, karşındaki mutlu olsun yeter” diyorsunuz. Bugünkü hâkim dünya görüşüne çok ters bu söyledikleriniz. Bu hususu biraz açabilir misiniz?
Başkalarını ezerek mutlu olamazsın. Çağımızın Sosyal Darwinci orman kanunu -rekabet adı altında- bu ‘kırımı’ öneriyor. Ben de “Uyma bu komploya, sıra dışı ol, ezber boz. Verdiğim reçeteyi bir dene; bak neleri keşfedeceksin” diyorum. İlla rekabet etmen gerekiyorsa, o kişi sensin. “Kendini -nefsini- aş ruhunu bul” diyorum. Kapitalistleşme ve materyalistleşme dünyaya nelere mâl oldu? Sen bu fâsit daireden kurtul. Oku elbette. Ama, bu mesleği ve eğitimi; para için değil, başkalarına -en yakınından başlayarak- hizmet ve sevap için yap.
Bilgi, güç değil erdemdir. İnsan makam ve mevki için değil; etik ve estetik sahibi olmak için üniversitenin kapısına varmalı.
Herkes Tasavvuf’un Hikmetlerinden Yararlanmalı
Yine bununla bağlantılı başka bir konuya geçelim. Hem bir mutasavvıf hem de bir tarihçi olarak geçmiş ve günümüz arasındaki tasavvuf neşvesi farkını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Tasavvuf, Türk-İslam kimliğinin ana damarıdır. Bu manevî kaynak bilinmeden, Türk tarihi anlaşılamaz/anlatılamaz. Tasavvuf, tarih boyunca bizim terbiye sistemimizi, etik/estetik anlayışımızı, sosyokültürel kurumlarımızı şekillendirmiştir. Burası vâkıa; yani realite oğlum.
Tasavvuf, tarikat(larla) müesseseleşir. O kurumların ‘yozlaşmaması’ lazım, eyvallah! Ama, tarihin tunç yasası var. Her renk aynı hızla kirleniyordu, birinciliği beyaza verdiler.
Bir mübarek zât, “Eskiden tasavvuf vardı tarikat yoktu, şimdi tarikat var tasavvuf yok” demişti. Ben o kadar karamsar değilim. Şunu arz edeyim; tarikat bizim en önemli (proto) sivil toplum örgütümüzdür veya öncüsüdür. Her zaman da var olacaktır. Ancak, herkes mutasavvıf olmak zorunda değil. Sûfî olmak, hiç değil. Ne var ki, herkesin, hatta ve de özellikle küresel toplumun tüm üyelerinin onun hikmetlerinden yararlanmaları kendi ruh sağlıklarınadır. “Sema safa, cana şifa, ruha gıdadır” bağlamında.
Bu konuları işlediğiniz “Dervişin Safa Defteri” isimli son eseriniz, Uluslararası Mevlânâ Vakfı’nda yaptığınız sohbetlerden oluşuyor. Buradaki programlarınız, alışık olduğumuz Mesnevî okumalarının ötesinde, Mevlânâ’nın tüm eserlerini konu merkezli işlediğiniz bir tarzda ilerliyor. Nasıl bir usûl izlemiştiniz, neler yaptınız?
Bir “üçleme” söz konusu. “Dervişin ‘Seyir’ Defteri”, bir derviş “adayı”nın bu yolda geçireceği merhaleleri anlatır. “Dervişin ‘Sema’ Defteri” ise Mim Kemâl nezdinde bir nevniyazın sema çıkarma kılavuzudur, tüm rumuz yani sembolleriyle. “Dervişin ‘Safa’ Defteri” Tasavvuf’un şeriata bakış açısını işler. İslam’ın beş şartına odaklanılır. Yani, ilm-i hâldir anlayacağınız. Bu çalışmaların ortak özellikleri Mevlevî neşvesine göre kaleme alınmış olmasıdır. Evet, her üç eser de Mevlânâmızın 22. kuşaktan ailesi Çelebilerin bizzat açtığı Uluslararası Mevlânâ Vakfı’nda yıllardır verdiğim sohbetlerden oluşturuldular. Bu sohbetler, sadece Mesnevî okumalarından ibaret değil. Hz. Pîrimizin diğer eserlerinden de yararlanıyoruz. Doğrusu da budur.
Beyit beyit değil, tasavvufî ıstılahlar (kavramlar) çerçevesinde günümüzde gönlümüzü açıp ferahlandıracak hâl ve makamları seçiyoruz ve tartışıyoruz. Bir “Hz. Mevlânâ Fihristi” diyebilirsiniz siz bu yönteme.
Unutmadan ekleyeyim; mûsikîsiz olmaz. O işlediğimiz tabirler, sûfîler tarafından ilahilerde nasıl kullanılmış, o yönü de unutmuyor, sohbetimizi müzik ile de tezyin ediyoruz. Eski usul meşk usulüdür bu. Ya da benim uydurduğum bir adla “konserans”. Konferans+Konser=Konserans. (gülüyor)
Beş farzın tasavvuf ahlakındaki simgeleri nelerdir?
(Gülerek) Siz bana kitabı baştan sona anlattırarak, satışına gerek bırakmayacaksınız. Azarı da yayınevinden ben işiteceğim… Şaka bir yana, can oğlum, “Dervişin Safa Defteri”ni okuyun, iki manada safa bulun; ilki saflaştırma, mustafavî kılma; ikincisi ise zevk-keyif bulma manasında…
Peki öyle yapalım. Şunu sormama müsade edin, biz bugünün gençleri olarak Mevlânâ’nın öğretisinden kendi payımıza hangi temel hususları alabiliriz?
İnsanoğlu sevgisiz bir uygarlığa(!) evrildi. Ötekileştirme, nefret sendromu ve kan… İşte, bu katı ortamda Hz. Mevlânâ, aynen diğer evliyâullah hazeratı gibi, siz gençlere Âlem’e, Âdem’e ve tabii ki (öncelikle) Allah’a Aşk ile bakmayı öğretir. İlham eder. Teşvik eder. O zaman hayat ‘çekilir’ hâle gelir; kendinizi iyi hissedersiniz, ruhu temiz olanlar pozitif enerji saçarlar. Başka bir deyişle, işimi aşkla yaparım, bir reklam sloganı olmaktan çıkar. Hakikate, hayat biçimine dönüşür.
Hz. Mevlânâ, siz (ve benim gibi) biz gençlere ‘aşk’ı en iyi aktaran velîlerin başında gelir. Aşk tamam da, onun da okulu, kitabı var.
Nedir o okul?
Mevlevî okulu.
Batıda Mevlânâ ve Mesnevî’nin İslam’a giriş için önemli bir kapı olmasını nasıl yorumlarsınız?
Hz. Mevlânâ, “Ben Kur’an’ın bendesiyim, Peygamber’in bastığı toprağım” diyor, ama maalesef, Doğu’da da Batı’da da O ve öğretisi saptırılıyor. Yozlaştırılıyor. Tabii, Hz. Mevlânâ’yı “idrak” zordur. Kırk fırın ekmek yemekle de öğrenilmez. Kırk fırında yanmalı aşkla ki, kavranabilsin… Mevlevîlîk bir Konya folkloru değildir. Hz. Mevlânâ “hümanist bir şair”den de ibaret değildir.
Şeriat’ta mukim, bir ehl-i hakikattir. Önce bu biline! İslam’ı, öte yandan, ‘tebliğ’ için Hz. Muhammed (s.a.v.) seçilmiştir. İnsan-ı kâmil. Bu da ‘temsil’ makamıdır. Onsuz olmaz! İki Cihan Serverinin velayet yolundan varisleri evliyâullah hazeratı işte temsildeki kemâlatları nedeniyle insanları cezbedebilmektedirler. Onlara bakan, İslam’a imrenebilmektedir. Onlara bakıldıkça İslam’ı, Allah’ı hatırlatır kâmil kul. Hz. İnsan olunmalıdır ki, Müslümanlığımızın sorumluluğunu yerine getirebilelim.
Müslüman diye ortaya salınan yanlış örneklerin arasında Hz. Mevlâna, bir nur kandili’dir. Batı(lı) bunu görmektedir de, umarım bizim de gözlerimizdeki perdeler kalkar.
Teşekkür ederim, eklemek istediğiniz bir şey var mı?
O zaman size Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretlerinin dilinden söyleyeyim: “Bülbül güle karşı zar/Pervaneyi yakmış nar/Her kulun bir derdi var/Bana Allahım gerek.” Haydi evladım, yordum seni. Vakt-i şerifleriniz hayrola!.. Aşk ola! Aşkınız cemâl ola! Cemâliniz nur ola! Nurunuz ayn ola!
Kendi söküğünüzü kendiniz mi dikersiniz?
Söküğüne bağlı evladım!
Her yerde yazabilir ve okuyabilir misiniz?
Her yerde yazabilirim, yeter ki ‘akıtsınlar’. Okumak da öyle sayılır.
Şu kitaplara rastlamadan ölmeyin diyeceğiniz 3 kitap?
Aptullah Ziya Kozanoğlu - Türk Korsanları. Fuad Köprülü - Türk Tarihinde İlk Mutasavvıflar. Hz. Mevlânâ - Divan-ı Kebir.
Başucu kitaplarınız var mıdır, hangileridir?
Kur’an-ı Ker’im. H. Hüseyin Top - Mevlevî Usûl ve Adabı. Farsça Dilbilgisi.
Okurken ve yazarken arka fonda ne çalar?
Duymam ki! Dolayısıyla…
Huzur sizin için nerede saklıdır?
Huzur-u ilahide, türbelerde, semahanede, fakirhanede… Ama, asıl kalbinde…
15 yıl sonra hangi soruya muhatap olmak isterdiniz?
“Sorun Mim Kemâl kuluma, benden razı mı?”
Müzikle aranız nasıl, bir enstrüman çalar mısınız?
Musiki, hakikaten hayatımın ‘‘derun’’unda! Vurmalı çalgılar. Bendir.
Kendinizi hangi alanda iyi, hangi alanda kötü hissedersiniz?
İyi olduğum alanları sevenlerime sorun, kötü yanlarımı bana… Hiç pratik bir insan değilimdir, meselâ.
Bu aralar zihninizi en çok ne meşgul ediyor?
Niye giderek ‘kırolaşıyoruz’? Medeniyetsizleşme bağlamında.
Yusuf Temizcan'ın Yazısı.