İnsan hayatında belirli noktalar, semboller veya işaretler vardır. İnsan ruhunu ayağa kaldıran da yerlerde sürükleyen de onlardır. İnsan kendi hikâyesini anlatmaya başladığında bir ağ dokumaya başlar. Bir noktadan diğerine, bir sembolden diğerine ulanan bir dokuma işidir bu. Aradaki boşluklar dolana kadar bu uğraş devam eder.

Hikâye boşluk kabul etmez. Rüyamızda gördüğümüz sembolleri bir diğerine anlatırken aradaki boşlukları doldururuz. Bir merdiven, bir pencere, bir çukur gördüm demekle yetinmeyiz. Hislerimizi, duyularımızı devreye sokarak bir merdivenin son basamağında, bir pencerenin önünde ya da bir çukurun dibinde kendimizi yeniden kelimeler giydirerek inşa ederiz. Ruh halimiz, duygularımız, endişelerimiz kelimelerimize yansır. Ortaya rüyadaki hikâyemiz çıkar. Bununla da yetinmeyiz. Karşımızdaki insan anlattıklarımızın içinden bizim ifade edemediğimiz noktaları bulsun ve hikâyeyi yeniden yorumlasın isteriz. Böylece rüyadaki hikâye gerçeğe yaklaşır.

İnsan hayatında da belirli noktalar, semboller veya işaretler vardır. İnsan ruhunu ayağa kaldıran da yerlerde sürükleyen de onlardır. İnsan kendi hikâyesini anlatmaya başladığında bir ağ dokumaya başlar. Bir noktadan diğerine, bir sembolden diğerine ulanan bir dokuma işidir bu. Aradaki boşluklar dolana kadar bu uğraş devam eder.

Lakin boşluğun doluşu seçimlerimizle yakından alakalıdır. Müslüman “iyi ve kötü” arasında seçim yaparak Müslüman olur. Mümin ise “iyi ve iyi” arasından seçim yaparak hayatına devam eder, kötülükleri terk ederek bu ismi almıştır çünkü. Takva ise iyi olandan daha iyi olana geçiştir. Yani hikâyenin boşluklarını tamamen “en iyi” ile doldurma işidir.

Toplumda yerini arayan her insan seçimler yaparken hem hikâyesine dokunulsun ister hem de başkasının hikâyesine dokunmak ister. O nasıl yaşamış, o nasıl deneyim kazanmış duymak ister. Menkıbelerden hidayet romanlarına, modern romanlardan postmodern anlatılara kadar pek çok hikâye bu yüzden itibar görmüştür. Bugünün yazarı benim içimdeki karmaşık dünyayı, içimde büyüyen boşluğu ve tamamlayamadığım hikâyemi nasıl aktarmış ya da onun hikâyesinden kendi hikâyeme bir yol bulur muyum diye sorar okuyucu.

Hikâyeler insanı insana tanıtan rolüyle hayatımızın bir parçasıdır. Lakin modern edebiyat, bilinç akışı ve farklı tekniklerle insanı kendine o kadar yaklaştırır, istek ve arzularını, heves ve zaaflarını o kadar iyi tanıtır ki, bu kez de karşımıza kendiyle ne yapacağını bilemeyen insanlar çıkmaya başlar. Toplumun uzağında kendiyle meşgul birçok insan bu birikim ve donanımla bizzat boşluğun ta kendisi haline gelebilir. “Kendini bilen Rabb’ini bilir” ilkesine yaklaşmışken, Rabbin emir ve yasaklarıyla karşılaştığı anda başka bir kaçış arayarak kendinden uzaklaşmaya başlar.

Hepimiz çocukken ortadan bir anlığına kaybolmuş, gizli bir yere saklanıp ufak bir delikten ailemizi izlemişizdir muhakkak. Onların bizi arayışı, telaşlanmaları hoşumuza gider. Bunun gibi her daim uzaktan bakmak insanı ailesine daha çok yaklaştırır. Onların arasında “kendi eksikliğinizi” görmek sizi başka duygularla buluşturur. Toplum içindeki kendinizi ve kendi eksikliğinizi bulmanız kolaylaşır. Toplumdan kendinizi çektiğiniz zaman bir boşluk oluşmuyorsa bu insanı yaralar. O boşluğu dolduracak hasleti bulmak ve diğer insanlardan sizi ayıran yönü parlatmak için dışarıdan bakmak (kendini tanımak ve kendini imar adına) gereklidir. Peygamberimiz mağaraya çekilip toplumdan uzaklaşmış olsa da kendine yaklaşıp Rabbini bildikten ve vahyi aldıktan sonra toplum içinde yerini almış yeniden o mağaraya dönmemiştir…

Özellikle Batı etkisindeki modern hikâyeler durmaksızın zihnimizde bir mağara inşa ediyor. “Kalabalıklar içinde yalnız” diye kodlayabileceğimiz bu mağaradan çıktığımızda tek tek herkesin yalnız olduğu kimsenin kimseye derman sunmadığı bir yalnızlar topluluğu ile karşılaşmamak için toplumun içindeki kendi hikâyemizi ve dolayısı ile o müthiş boşluğu “en iyi” ile doldurmamız gerekir.

Dersu Uzala filmi doğada tek başına yaşayan bir gezginin askerlere yol göstermesini anlatır. Gezgin ve askerler doğada keşif yaparken terk edilmiş bir kulübe bulurlar. Orada konaklarlar. Kulübeden ayrılırken Dersu Uzala isimli bu gezgin, askerlerden kibrit, pirinç ve tuz ister. Askerler şaşırırlar. Terk ettiğimiz bir kulübeye neden bunları bırakıyorsun diye sorarlar. Dersu Uzala “Bizden sonra bu kulübeye sığınanlar ölmesin” diye cevap verir. Yani görmediği tanımadığı insanları düşünür Dersu Uzala. Doğada tek başına yaşaması, onu insanın eksiklikleri, temel ihtiyaçları ve çaresizliği ile tanıştırmıştır. Kendinden yola çıkarak başkalarını düşünmeye yol bulmuştur.

İnsan olmaya çalışmak, insanı diğer insanların yanına iten en büyük kuvvettir. Diğer insanları düşünmek, kendinden topluma yol bulmak, bir mağarada inşa ettiğini başka bir mağarada yitirmemek ve belki de en önemlisi daha doğmamış, henüz dünyaya teşrif etmemiş nesiller için bir miktar pirinç, ateş ve tuz bırakmaya çalışmak boşluğu en kavi şekilde örecek olanın iç dinamikleridir..

Eskiden okyanusa açılan balina avcılarına mektup ulaştırmak için başka bir gemiye mektup verirlermiş. Yolda karşılaşan gemiler, mektubun sahibi bu gemide mi diye sorarlarmış. Gemilerin gittiği yöne göre mektup el değiştire değiştire, gemiden gemiye aktarıla aktırıla sahibini ararmış. Üç dört yılda ulaştığı da olurmuş mektubun hiç ulaşmadığı da. Bunca hikaye arasında elden ele, gönülden gönle dokuna dokuna sahibini aramaktadır hakikat de. Kimimiz o mektubun sahibine asla ulaşamayacağını düşünerek dokuyoruz hikâyemizi, kimimiz de muhakkak ulaşacağından emin olarak. Yoksa bir hikâyeden yola çıkarak ve bir hikâyeye vararak yaptığımız bir mektup/hakikat arama ve ulaştırma arzusundan başka bir şey değildir.


Ayşegül Genç'ın Yazısı.