İlim Adamı 24 Saat Çalışmalı
Merve Kurtoğlu
İsmail E. Erünsal Hoca tam anlamıyla bir derya. İSAM’ın kurucularından. İslam Ansiklopedisi’nin de danışmanı. Türkiye’de kitap, kütüphane ve sahaf konularında otorite. Son yayımlanan eseri “Orta Çağ İslam Dünyasında Kitap ve Kütüphane”de bini aşkın yazma eser üzerinden kitabın tarihine esaslı bir yolculuk yapıyor. Biz de kendisini İSAM’daki -her yeri kitap ve yazma eserlerle dolu- odasında ziyaret ederek keyifli bir yolculuğa çıkmaya niyet ettik.
Siz Osmanlılarda sahaflar üzerine 15 yıl çalıştınız, hacimli bir eser sundunuz. Bunun dışında Osmanlılarda kütüphaneler ve Osmanlı kültür tarihi alanlarında eserler ürettiniz. Ben üniversitede öğrenciyken şunu çok duyardım: “Osmanlılar siyasi, ekonomik ve askeri alanlarda çok iyiydiler ama ilmî meselelerde büyük inkişaf ve tekamüller gerçekleşmedi. Okuma-yazma bilenler de azdı.” Bu hakkaniyetli bir söz mü?
Doğru.
Doğru diyorsunuz?
Elbette. Bu ayıp ya da yanlış bir şey değil. Denen şey doğru ama bunu söylerken başka yerlerle kıyas ediyorlar, bu yanlış bir kere. Kendi içinde değerlendirmek lazım. Osmanlı, asker toplumu. Üç sınıf var: Asker, bürokrat, ulema. Ulema sınıfı bellidir, onlar devlete adam yetiştirir. Halkla pek münasebetleri yoktur. Şunu unutmamak lazım, her şey ihtiyaç sonucu ortaya çıkar. O dönem kitapların yüzde 90’ı Arapça. Halk Arapça bilmiyor. İlmihal bilgileri sıbyan mekteplerinde veriliyor, halk kitapları da belli yerlerde var zaten. Onlarla yetiniyorlar. Okuma-yazma oranı yüksek değildi evet, çünkü buna ihtiyaç yoktu. Niye öğrensin ki? Nerede kullanacak? Kütüphaneler tamamen ulemaya ve medreseye yönelikti.
Peki diğer çağdaş toplumlarda durum nasıldı?
Onlarda da aynı. Okuma-yazma bilenlerin sayısı o dönem her yerde az. Batıda Sanayi Devrimi olduktan sonra okuma-yazma bilenlerin sayısı arttı. Kilise karşı çıkıyordu öncesinde. Eğer okuma bilirlerse kafaları karışır diye.
Şimdi sizin “Orta Çağ İslam Dünyasında Kitap ve Kütüphane” isimli yine hacimli bir çalışmanız yayımlandı. Osmanlı’dan geriye doğru gittiğimizde kitap ile ilişkiler nasıl ve ne düzeyde?
Teknik anlamda çok yetersiz olunan bir dönemden bahsediyoruz ama buna rağmen 70 bin, 100 bin ciltlik kütüphaneler var. Daha fazlası da var.
Nasıl oluyor bu, matbaa yok sonuçta?
Kitap çoğaltmak bir meslek. Verraklar var. Hem kitabı kopyalıyorlar, hem editörlük yapıyorlar, hem de bu işin ticaretini icra ediyorlar. Büyük alimlerin yanında çalışan özel verraklar var. Bir de müstenniler var, sekreter gibi çalışıyorlar. Elle çoğalttıkları kitabı yazara götürüyorlar ve yazarı “güvenilir nüshadır” diye onaylarsa verrak onu kendi dükkanında çoğaltıp satıyor. Ardında o başka yerlerde yeniden çoğaltılıyor.
Özellikle hadis alanında gördüğümüz bir şey var. Büyük hadis alimleri meydanlarda, caddelerde geniş halkalarla hadis dersleri yapıyorlar. Sevap umarak bu derslere katılanlar hayli fazla. Rivayetler 30 bin, 40 bin kişiden bahsediyor. Özellikle Osmanlı döneminde taliplisi çok bu işin. O derslerde talebeler katiplik yapıyorlar. 200 kişi yazıyorsa, 200 ayrı nüsha çıkıyor. O bir nüshadan 50-100 kişilik bir ders halkası daha oluşuyor, onlar da çoğaltıyorlar. Böyle böyle devam eden ders halkalarıyla 100 bin ciltlik kütüphane meydana geliyor. Bir de tabii kitap ezberlemek medreselerde hayli yaygın. 5 sene, 10 sene bir kitap üzerinde dersler yaparak çalışıyorlar. Bu, şerh kültürünü de diri tutuyor. Biz bunları kıt kanaat anlatmaya çalıştık.
Mütevazi davranıyorsunuz ama sizin eserleriniz sayesinde Osmanlıda 300 civarı sahafı artık biliyoruz, binlerce el yazmasını derli toplu sundunuz. Şimdi yeni eserinizle kitabın hikayesini öğreniyoruz. Kültür tarihi alanında ciddi çalışmalarınız var, ayrıca edebiyat tarihinde yeni bir metodoloji oluşturdunuz. Bunlar az şeyler değil.
Estağfirullah, bu bizim vazifemiz. Bunun için devlet bize maaş veriyor. Hatta çift maaş veriyor (gülüyor). Bir ders okutsun, bir de araştırma yapsın diye. Eğer hakkıyla yapmazsanız vebal olur, haram olur. Ben asıl emekli olduktan sonra kitap yazmaya başladım. Bir de şu var, biz bu kitabın hem kalfası, hem çırağı, hem mühendisi, hem müteahhidiyiz. Binanın her şeyini baştan yapıyoruz. Avrupa’da böyle değildir, biri çalışır o alanı, siz de bir yönüyle kenarından tutarsınız. Biri arşivleri okumuş, çıkarmıştır, siz işinize geleni alırsınız. Onun felsefesini yapmaya imkan bulursunuz böylece. Bizde böyle olmadığı için çalışmalarımız uzun sürdü.
Halbuki akademisyenler profesör olduktan sonra üretimi bırakırlar.
Tabii okumayı bile bırakırlar. Hatta doçentlikten sonra keserler.
Akademisyenler de şöyle bir şeyden yakınabiliyorlar: Bir konuya 15-20 yılımızı ayıracağız ki ciddi ve titiz bir çalışma ortaya çıksın. Ama üniversitede “angarya” olarak tarif edilen işler hayli fazla. Hocanızın işlerini yapıyorsunuz, bölümün sekreterliğini yürütüyorsunuz vs. Bazen derse girmeniz, not okumanız gerekiyor. Böyle bir ortamda nasıl hacimli eserler ortaya koyabileceğiz, deniliyor.
Gün 24 saat. O dediğiniz şeyler günde 2-3 saat alır. Ondan sonrasında çalışacaklar. Bak onunla ilgili bir şey söyleyeyim. Fuat Sezgin, Allah selamet versin, Almanya’ya gittiğinde Ritter’e uğramıştır. Ritter bizim hocamızdı, çok büyük bir şarkiyatçıydı. “Fuat kaç saat çalışıyorsun günde?” demiş. Fuat Sezgin de yani normal olarak, 10-12 saat gibi bir şey çalışıyormuş galiba, tam hatırlamıyorum. “Hocaya şimdi ayıp olur ben böyle dersem” demiş. Biraz fazla söylemek istemiş. “16 saat çalışıyorum günde” demiş. Ritter de “16 saat yetmez. 24 saat çalışacaksın” diye yanıtlamış.
İlim adamı 24 saat çalışmalı. Uyursa da uykusunda çalışmalı. İşten eve geldiniz, yatana kadar vakit var. Ben hâlâ akşam yemeği yer, odama çekilir, işlerimle ilgilenirim. Masanızda iş varsa mutlaka vakit bulursunuz. Yoksa, vakit de yoktur.
GENÇ'ın Yazısı.