S. Bilgehan Eren

Bir söyleşide şöyle diyordu Tarkovski: “Sinema’da iki türlü yönetmen vardır. İlki sinemayı bir sanat olarak görür ve kişisel sorular sorar; onu bir acı, armağan, zorunluluk olarak kabul eder. Diğeriyse sinemayı para kazanma aracı olarak görür ve insanları memnun etmek, eğlendirmek için film çeker. (…) Bana göre kitlelere oynayan sanat anlamsız; sanat, asil ve mânevî olandır.”

1990’lı yıllarda televizyonda yayımlanan kült yapımlarından biri de şüphe yok ki “Bir Demet Tiyatro” idi. Yılmaz Erdoğan’ın kaleme aldığı bu yapımda, en fazla ilgi gören ve izleyici tarafından sevilen karakter de yine Yılmaz Erdoğan’ın oynadığı “Mükremin Çıtır”dı. Sokaklarda birçok genç onun gibi konuşup, onun gibi tespih sallıyor, “Mükremin Abi” çok ama çok seviliyordu.

Peki kimdi bu “Mükremin Abi”?.. Hatırlayalım: Otuz yaşını geçmiş, tam anlamıyla bir baltaya sap olamamış, her akşam arkadaşlarıyla alkol alıp kahveye takılan, ara sıra kavga edip karakolluk olan, deri ceketi sürekli omzunda dolaşan, elinden tespih dilinden argo kelimeler eksik olmayan, evin salonunda öğlenlere kadar sızıp kalan, babasından harçlık alan, aldığı parayı zaman zaman at yarışına yatıran, annesinin sürekli kendisini babasına karşı kollamasına muhtaç, tam anlamıyla başıboş bir tip. Ama bu karakter öyle bir verilirdi ki, haktan adaletten yana, gariban dostu, racon bilen (ki racondan kastedilen sağa sola günümüz yeni yetmeleri gibi laf çakmaktan ibaretti), haksızlığa karşı duran, mahallenin ağır abisi… Evet, Türk halkı işte böyle bir karakteri (!), -80’lerdeki, 70’lerdeki muadillerinde olduğu gibi- yine çok sevmişti. “Mükremin Çıtır” misali üzerinden, rahatça söyleyebiliriz ki günümüzde de böyle karakterleri (Recep İvedik’ten, şiveli konuşan mafya tetikçilerine kadar) sevmeye ve bunlara gülmeye de devam ediyoruz.

Bunların genel kabul gördüğü ve mizah anlayışının buna endekslendiği bir zaman diliminde, maalesef ki sanat da “gaybı kurcalayan çilingir” ana vasfından uzaklaşarak, asli görevini yerine getirmek şöyle dursun, “haydi eller havaya, hop-pop” kültürünün çeşnisi olmaktan öteye geçemiyor.

Bunun bir örneğini İBB Şehir Tiyatrolarında sahnelenen “Ay Işığında Şamata” isimli oyunda da görüyoruz. Haldun Taner’in 1954 yılında yazdığı “Ay Işığında Çalışkur” isimli öyküsü, yine kendisi tarafından sonraki yıllarda tiyatro metnine “Ay Işığında Şamata” olarak çevrilir ve oyun ilk kez 1977 yılında; Nedret Güvenç, İlyas Salman, Tijen Par gibi dönemin önemli isimlerinin de yer almasıyla sahnelenir.

İmdi, tiyatronun birkaç usta isminden öğrenebildiğimiz kadarıyla şu an sahnelenen oyun, o yıllardakine göre çok daha karikatürize edilmiş ve bazı noktalarda eklemeler-çıkarmalar da yapılmış. Bunları tek tek yazmayacağız zira bizim eleştirimiz oyunun sahneleniş şekline değil. Zaten eminiz, birçok kişi de şöyle diyecektir: “Oyunun kurgusu çok güzel; dekor, kıyafetler, müzikler çok hoş; oyunculuklar müthiş ve oyun çok eğlenceli.” Öncelikle bunlara kısmen katıldığımızı başlangıçta biz de söyleyelim. Misal, oyunun anlatıcısı rolünde oynayan Arda Aydın, müthiş bir performans gösteriyor. Ama ne anlatıyor?.. Diğer bir ifadeyle, “anlatıcı” çok iyi, peki ya anlattıkları?.. Dolayısıyla mesele hadiseye yanaşan insan şuuru bahsine çıkıyor. Oyuna bir yorum getirirken, hangi şuur seviyesinden ele alındığı meselesi karşımıza çıkıyor!..

Oyunun senaryosu üzerinden gidersek; Çalışkur Apartmanında geçen oyun, toplumun farklı kesiminden insanları bir araya getiriyor. İşadamı, ev hanımı, genci, yaşlısı, eğitimlisi, eğitimsizi, hepsi bir arada; Türkiye’nin bir nevi tiyatro küpüne sıkıştırılmış hâli… Ve biz bu dört köşeli küpün açık olan duvarından görüyoruz ki hepsinin ortak özelliği, yozlaşmış olmaları. Apartmanın yer aldığı sokaktaki bekçi yozlamış, evin hizmetçisi öyle, apartmanın sahibi Cemil Çalışkur rüşvetçi ve vergi kaçıran biri, gençler kendilerini tamamen hedonizme teslim etmişler, emekli yaşlı amca bile gününü röntgencilik yaparak geçiriyor vs. Peki buna eleştirimiz nedir?.. Öyle ya, toplumun-ailenin-insanların yozlaşması gösteriliyor, tıpkı bugün gibi, aynen biz gibi. Evet gösteriliyor ama bunu Hababam Sınıfı diliyle anlatıyor; biz de on senedir liseden mezun olamamış gençlere gülüyoruz. Oysa, misal Japonya’da olsaydı, belki onlar ağlardı; “Bilim adamı olması gereken gençler ne hâldeler” diye.

Oyunun ikinci perdesinde bu yozlaşmış bireyler, tam tersi karakterlere bürünüyor ve sözüm ona daha ahlâklı hâle geliyor. İlginçtir ki biz onlara da gülüyoruz. Çünkü oyunun bir belkemiği yok. Dayandığı bir fikir sistemi, bir ideal yok. Her şey “makara” yapmaya bağlanmış. Peki buna da mı karşıyız?.. Bir bakıma evet, zira makara zaten her yerde. Televizyonda, bilgisayarda, sosyal medyada… Gönül istiyor ki, -hade özel tiyatrolardan da geçtik- devletin finanse ettiği tiyatroların sahici sanattan bir hissesi olsun. Lâkin, eşya ve hadiseler üzerine sinen, bir dünya görüşü ideali olmayınca, bundan tiyatro da payını alıyor ve sanat adı altında, sanatsızlık fışkırıyor. Oyunla ilgili son bir not; Ay Işığında Şamata, bir müzikal olmasa da müziğe sıkça yer verilmiş. Dolayısıyla bir anda, yozlaşmış tablolar eşliğinde, “Vur patlasın, çal oynasın” ritmine de giriyoruz. Evet, köy yanar, deli saçını tarar. Oyunun izleyiciye verdiği mesaj da bir bakıma bu oluyor.

Bir söyleşide şöyle diyordu Tarkovski: “Sinema’da iki türlü yönetmen vardır. İlki sinemayı bir sanat olarak görür ve kişisel sorular sorar; onu bir acı, armağan, zorunluluk olarak kabul eder. Diğeriyse sinemayı para kazanma aracı olarak görür ve insanları memnun etmek, eğlendirmek için film çeker. (…) Bana göre kitlelere oynayan sanat anlamsız; sanat, asil ve mânevî olandır.”

Açıkça söyleyebiliriz ki, bu aynen tiyatro için de geçerlidir. Meşhur Rus yazar Çehov’un “Martı”sı da yozlaşmayı anlatır. Fakat Çehov, Tarkovski’nin ifadesiyle birinci gruba girerken, Haldun Taner’in “Ay Işığında Şamata”sı kesinlikle ikinci gruba dâhildir.

Tüm bunların sonunda, biri de kalkıp derse ki; “Siz kim oluyorsunuz da büyük usta Haldun Taner’in oyununu böyle değerlendiriyorsunuz?..” ,

Ona deriz ki; “Biz Anadolu’yuz… Vecdiyle, aşkıyla, hasretiyle, irfanıyla; biz Anadolu’yuz!.. Anadolu’nun ruh köküne ters, bu toprağın millî ve mânevî değerleriyle rabıtası olmayan, Batıcı hayat tarzının dayattığı kültür kodlarının uzantısı olan, sözde sanat ürünlerinin, artık bu coğrafyada miadı dolmuştur.”

Vesselam…


GENÇ'ın Yazısı.