Çok Güzel Konuşan Hiç
Söylemek, anlatmak, paylaşmak hatta yazmak dahi kolay. Yaşamak lâzım demek ki. Yaşamadığını anlatmanın boş, hayatına koymadığını başkasından istemenin, beklemenin beyhude, onca konuştuğunun sende yok oluşunun aslında seni bir “hiç” yapacağının şuurunda olmak lâzım.
Anlatılır ki, büyük bir medresenin baş müderrisi evliya bir zât, günbegün medresenin mescidinde halka vaaz verirmiş.
Ortam öyle kalabalık olurmuş ki, cemaat dışarı taşar, insanlar sokaktan, kapı ve pencere önlerinden, içerideki sesi duymaya çalışarak istifade ararlarmış.
Mübarek zâtın söyledikleri, anlattıkları halka çok tesir eder, çok kişi yüreğinin fokurtusu içinde göz yaşlarıyla nasihatlere kulak verir, kimi vatandaş sohbet esnasında baygınlık geçirir, seyrek zamanda da olsa, vefat edip, bir çarşaf içinde omuzlanıp götürülen bile olurmuş.
Günün birinde, bu müderrisin, başka diyarlardaki muhtelif medreselerde de okuyarak hayli ilim sahibi olmuş, müderrislik icazeti de almış olan oğlu, heves etmiş, babasından, kürsü talebinde bulunmuş. “-Onca okudum, öğrendim, biraz da ben anlatayım” demiş.
“-Hay hay...” demiş o zât. “-Yarın, halkın huzûruna sen çıkarsın, biz de biraz dinlenmiş oluruz” diye eklemiş.
En önemli bulduğu mevzulardan, en keskin, en dikkat çekici, ruhları ürperten, yürekleri titreten misallerden hazırlık yapmış. Ayetlerden, hadislerden, ibretlik hâdiselerden bir derlemeye girişmiş.
Aynı yoğunluktaki cemaatin karşısında, bir sağa eğilmiş, bir sola uzanmış, arka tarafların dikkatini çekmek istemiş, yüzünü-gözünü, sesini, tonlamasını kılıktan kılığa sokmuş ama nafile... Bakmış ki millet ya uyuyor ya da kendi burada aklı dışarda, öylece boş boş etrafa bakınıyor. Şaşırmış, üzülmüş; biçare, binbir zorlukla bitirmiş sohbeti.
Sonraki vakit, kürsüye geçen babasını dinlemiş evlat. Müderris, sözlerine başlamış:
“-Sağ olsun, mahdum bizi dinlendirdi. Bizim sarı öküzle kıra çıkmayalı da çok olmuştu. Hayvancağızın karnını doyurması esnasında bir tuhaf oldum. Otu dişlerinin arasına alıyor, ‘-Pıtırt!’ diye koparıyor, işte o an o otun hayatı sona eriyordu... Sonra, ‘-Pıtırt... Pıtırt!.. Pıtırt!..’, diğer otlar da bir bir ölüyordu...”
Mübârek zâtın her bir “-Pıtırt!..” deyişinde, cemaatten birkaç kişi ya fenalaşıyor ya da bayılıyormuş. Müderris, sohbetini kısa kesmiş, bitirivermiş sonra.
Evlâdı hayretle sormuş:”-Ben onca hazırlık yaptım, maharet ortaya koymaya çalıştım, millet uyudu; siz ottan bahsettiniz, cemaat kendinden geçti. Bunun sebebi nedir?
Efendi Hazretleri, tevâzû ile boynunu bükmüş ve demiş ki: “-Ne bileyim evlâdım. Allah nefsimin eline düşürmesin. Belki de yatsı namazının abdestiyle sabah namazını edâ etmenin karşılığında, Hak Teâlâ’nın bir ihsanıdır bu...”
Yaaa... Yaaa... Demek ki konuşmak kolay azizim. Söylemek, anlatmak, paylaşmak hatta yazmak dahi kolay. Yaşamak lâzım demek ki. Yaşamadığını anlatmanın boş, hayatına koymadığını başkasından istemenin, beklemenin beyhude, onca konuştuğunun sende yok oluşunun aslında seni bir “hiç” yapacağının şuurunda olmak lâzım.
“Sen sus, amelin konuşsun” sözü, aslında insanın ağzından çıkanı kulağının duymasından, yapmadığını konuşmamasından öte çok ağır anlamlar da taşıyor.
Yalnız, konuşurken de paylaşırken de mutlaka bir düşünmek, hesap etmek gerekir. Burada ortaya koyduğum maksadın, ben, neresindeyim?
Halit Yasir Özoğul'ın Yazısı.