Akşam yemeğini yolda yedik. Odun ateşinde kabaran ekmeğe tereyağı ve sarımsak sürdü aşçı. Bol baharatlı dall, masalaya bulanmış tavuklar ve kaju soslu peynir çanaklara konup önüme geldiğinde hangisinden başlayacağıma karar verememiştim. En son hatırladığım henüz son lokmasını ağzıma attığım kakuleli dondurma çanağına hasretle bakışımdı.

Sidhpur şehrinin gizemli köşklerinde sincaplar cirit atıyor. Panjurlar kapalı, balkonlar boş, bir tek ayakkabı bile yok eşikte. Rengârenk oymalı zarif malikanelerin mimarisine sinen Fransız ve İtalyan etkisini eski püskü bisiklete binen kavruk adam, yolun ortasından kalkmayan inek, pazardaki sarili kadınlar, körinin büyülü kokusu bir anda değiştiriyor ve Hindistan’da olduğumu hatırlıyorum. Rengarenk çarşaflarıyla kadınlar geçiyor önümden. Evlerin üstünde sahiplerinin adı, Fatıma, Abdullah, Mohammed… Bohra Havelilerin* bittiği yerde Victoria tarzı bir sergi salonu ve camları kırık saat kulesi yükseliyor. Bir asır önce zengin ve gösterişli olan Müslüman mahallesi bugün saçları yolunmuş yaşlı kambur bir kadın ve ben onun feri sönmüş mavi gözlerine dalıp dalıp gidiyorum.

Zıtlıklar Ülkesi

Batıdaki güneş tapınağı Modera öğlen vakti alev alev yanıyor. Dikdörtgen, üstü açık basamaklı kuyunun etrafında tanrılara adanan sandık büyüklüğünde yüz sekiz minik türbe. Artık havuzda yıkanıp günahlarından arınmıyor hacılar. Gençler ayaklarını sokarken çocuklar oyun oynuyor yeşil sularda. Beyazlara bürünmüş bir adam bilmediğim ritüellerle yıkıyor ellerini, alnını ve ayaklarını sonra da birkaç tanrıya avucuna doldurduğu sudan verip tapınağın ilk bölümüne giriyor. Karanlığa zar zor alışıyor gözlerim. Gazneli Mahmut el koyana kadar güneş karşımda oturan tanrıya yılda iki kez ulaşıp alnındaki dev elması parlatmış. Ve ben sıradan bir günde tanrı heykeli boş boş etrafı süzerken duvarları süsleyen betimlemeler arasında bir an donakalıyorum. Erkek, kadın, çocuk her gün sokakta görülen bir şeymiş gibi kabartmaları incelerken beyazlı adam meditasyona başlıyor. Rehber anlatmaya başladığında arkama bile bakmadan ayrılıyorum tapınaktan. Yıllarca bu betimlemeler altında ibadet eden rahipler, kocasıyla beraber yakılan kadınlar, satılan kız çocukları, denize girmeden sarileriyle kumsalda dolaşan genç kızlar, sokakta işeyen erkekler düşüyor aklıma ve arabanın yanına yanaşan küçük kız yaseminlerden yapılmış mis kokulu bir kolye uzattığında yine beni şaşırtıyor bu ülke.

Ve Kralın Katili Kraliçeye Aşık Oldu

Su hayattı ve nefes kadar gerekliydi yaşam için. Bu yüzden kuzeyden güneye uzanan pek çok su kuyusu inşa edildi yerin altına ama hiçbiri Adalaj’ın kraliçesi kadar etkilemedi dinleyenleri. Kocasını öldüren lider dul kraliçeye evlenme teklif ettiğinde Rudabay’ın bir şartı vardı. Kocasının başlattığı görkemli su kuyusunun tamamlandığı gün nikah masasına oturabilirdi düşmanıyla. Mohammed Begada’nın mimarları yerin altına beş kat inip ayakları suya değdiğinde oymacılar birinci katın zarif sütunlarını daha bitirmemişti. Hint figürlerini yok etmeden İslami motifler ekleyerek gece gündüz çalıştı işçiler. Havuzun suyu mavi yeşil oyunlar yaparken güvercinler çoktan yerleşmişti yuvalarına. Son oymanın tozunu üfleyip elini soğuk suda yıkayan sanatçı merdivenleri tırmanıp eserine gururla baktığı gün, Mohammed Begada dul kraliçeye mutlu haberi ulaştıramadan Rudabay siyah elbisesiyle kendini kuyunun serinliğine, ölen kocasının kollarına bıraktı.

Hindistan’da insanların kıyafetinden hangi dine ait olduğunu anlamak mümkün, Batı Gujurat kadınlarının yaptığı işlemeden ise hangi kabileye mensup oldukları belli. Patan bölgesindeki kumaş dokuma tezgahlarını gezip başka bir basamaklı kuyuya iniyorum. Rani-ki-Vav da bütün şaşasıyla bir kral için yapıldı. Sanatçılar melek ve apsara** figürlerini kayalara işlerken bugüne kadar inşa edilen en güzel eser olması için çalıştılar. Yüzlerce mitoloji kahramanının hikâyesini anlatan duvarlar heykelle şekillenen, sembollerle renklenen edebiyattı. Düz platoda yerin kat kat altına kurulan bir sanat şaheseriydi bu kuyu. Kraliyet banyosu olarak kullanıldığı zamanlar kraliçeyi hayran hayran izledi köylü kadınlar. Hindistan’ın ne yakıcı sıcağı ne de rutubeti değmedi suya. Önce gizli tünel kayboldu sonra Rani-ki-Vav. Genç bir adam eski yazmalarda çizimlerini görüp arayana kadar toprağın altında saklandı.

Akşam yemeğini yolda yedik. Odun ateşinde kabaran ekmeğe tereyağı ve sarımsak sürdü aşçı. Bol baharatlı dall, masalaya bulanmış tavuklar ve kaju soslu peynir çanaklara konup önüme geldiğinde hangisinden başlayacağıma karar verememiştim. En son hatırladığım henüz son lokmasını ağzıma attığım kakuleli dondurma çanağına hasretle bakışımdı.

Veda

Jain Tapınağı’nı gezip Ahmedabad’a geri döndüğümde kuşlar uyumuş, hava kararmıştı ve ben Ahmet Şah Camisi’ne girerken yatsı ezanı henüz okunuyordu. Elini yıkamadan giremezsin, dediklerinde ortadaki havuzdan bir avuç su aldım. Gökyüzünün karanlığı ve caminin ışıkları olduğu gibi suya yansımıştı. Yüzyıllardır herkesin abdest aldığı bu havuza her dokunduğumda bu şehre ait farklı bir yüz çıktı karşıma. Erkekler tamamen camiyi boşaltınca içeri girmeme izin verdiler. Hintli dadı, Ahmed Şah, Norveçli kadın, Gandi, güneş tapınağının bilinmeyen mimarları, intihar eden prenses saf tutup namaza durduğumuzda şehir sustu…

*Bohra’daki rengarenk boyalı köşkler.

**Suda yaşayan dişi periler.


Hande Berra'ın Yazısı.