Günümüzden tam 14 asır önce Peygamber Efendimiz (s.a.v) “İlim Müslümanın yitik malıdır, onu nerede bulursa alır” dedi. Bu mübarek sözlerinin ardından o kutlu mecliste sessizlik oldu mu? Bunu duyan sahabe efendilerimiz neler düşündü acaba? Ne demekti ki bu? İlim, nasıl benim malım olabilir ki ben okuma-yazma dahi bilmezken? Bulmam mı gerekir? Bulmak için de aramak mı?

Tam da o anda, tam da orada, Allah’ın en sevgili kulunun yanında olmak için kimler nelerini feda etmezdi ki? Oradaki insanlar kalplerinden neler geçirdi, neler düşündü bunları bilmek zor. Fakat bildiğim bir şey var; o insanlar, bizler gibi oturdukları yerde beklememişler. Kimisi tebliğ için çölleri aşıp en batıya; Cezayir’e kadar, Fas’a kadar gitmiş, kimisi de dağları, denizleri aşıp Çin’e gitmiş. Biz bugün güneşin doğduğu yerden başlayacağız inşallah, Vehb b. Kebşa Hazretlerinden bahsedeceğiz.

Vehb hazretlerinin kim olduğuna dair birçok farklı rivayet var. Çinli kaynaklarda Sa’d b. Ebi Vakkas’ın (r.a.) Çin’e tebliğe gelen ilk Müslüman olduğuna rivayet ediliyor olsa da biz Ebi Vakkas’ın (r.a.) İran’ı fethedip Medine’de vefat ettiğini biliyoruz. Kesin olan tek şey bu sahabenin Peygamber Efendimiz ile anne tarafından akraba olduğu.

Vehb (r.a.) Peygamber Efendimizden tebliğ mektubunu aldığında bir yıldan uzun sürecek bir yola çıkacağını biliyordu. Düşünmeden azığını hazırladı ve yola çıktı. Deniz yoluyla Çin’in Kanton vilayetine, bugünkü adıyla Guangzhou şehrine geldi. Tang Hanedanlığı hükümdarıyla görüşerek Hz. Peygamberin İslam dinine davetini bildirdi. Hükümdarın Müslüman olup olmadığı bilinmez ama Çinlilerin Vehb’i çok sevdiği aşikâr. İnsanlar bu kutlu davete icabet ederek akın akın İslam’a girdi. Hemen dünyadaki ilk mescitlerden birini inşa ettiler.

Burada bir parantez açmak istiyorum. Bu caminin adı Çince Huaisheng Mosque olarak geçiyor. Bu kelimenin anlamına baktığımda (Google Translate), Kötü Tanrı anlamına geldiğini gördüm. Belki yanlış bir çeviri olmuş olabilir veya farklı bir mazisi vardır. Ancak bu ismin pek içime sindiği söylenemez. Caminin diğer adı ise Lighthouse Mosque. Yani Türkçe karşılığıyla Fener Cami. Minareden dolayı bu isim verilmiş. Bu daha uygun gibi.

Müslümanlar Vehb Hazretlerinin Çin’de kalmasını isteyince; Vehb Peygamber Efendimizden izin almak üzere tekrar Medine’ye döndü. Döndüğünde Fahr-i Kâinat Efendimiz vefat etmişti. Hazreti Ebu Bekir’i (r.a.) bularak izin aldı ve Çin’deki vazifesini tamamlamak üzere tekrar yola koyuldu.

Biraz duygudaşlık (empati) yaptığımda onlara neden “Asr-ı Saadet” veya “Altın Nesil” dediğimizi anlıyorum galiba. Doğduğunuz, büyüdüğümüz yerden binlerce kilometre uzağa gidiyorsunuz. Belki annenizden, babanızdan ayrılacaksınız ve belki bir daha da göremeyeceksiniz. Gider miydiniz? Ne uğruna gidiyorsunuz peki? Bir ideolojiyi, bir dini tanıtmak, anlatmak için gidiyorsunuz. Karşınızdaki insanlar nasıl bir tepki verecek? Size Ebu Leheb’in yaptığı gibi zulüm mü edecek? Bilmiyorsunuz. Ve buna rağmen gideceksiniz. Gider miydiniz hakikaten?

Habeşistan’a giden Cafer (r.a.) gibi, İstanbul’a gelen Eyüp El-Ensari hazretleri gibi düştü yollara. Vehb geldiğinde Müslümanlar onu sevinçle karşıladı. Müslümanların sayısı giderek arttı. Görevini tamamlamıştı, verilen emri yerine getirmenin memnuniyetiyle miladi 670’li yıllarda kendi şehrinde, Kanton’da vefat etti.

Vehb hazretlerinin vefatından sonra uzun bir süre orası ile irtibatımız kopmuş. 1700’lü yıllarda Osmanlı Devleti’nden bir memur Çin’e gitmiş. Bu yazdıklarımı da onun verdiği bilgilerden öğreniyoruz.

20. yüzyılın başlarına kadar resmi düzeyde bir etkileşim olmamış ta ki Sultan II. Abdülhamit oralara elini uzatıncaya kadar. Japonya’ya Ertuğrul Firkateynini gönderen Ulu Hakan bu sefer de Çinli Müslümanların eğitim alabilmesi için bizden yaklaşık 9500 uzaklıkta Hamidiye Medreselerini açtı. Dahası yine bu yıllara kadar camilerde Osmanlı hükümdarları adına, Sultan Abdülhamit adına hutbe okunurdu. Bir şey daha söyleyeyim mi? Yüzlerce yıl sonra sayıları 80 milyona dayanan Müslümanların hepsi de sünnidir.

“Biz neymişiz be?” dediğinizi duyar gibiyim. Evet, biz o idik. Biz Osmanlıydık. İspanya kıyılarından Çin Denizine kadar hem de. Zaman zaman en zirveden en dibe gelmişiz gibi hissetsem de arkama dönüp baktığım zaman içimde bir şeyler kıpırdamaya başlıyor. Sonra ise; olması gerektiği gibi, ümitle karışık umutla dolmaya başlıyor kalbim. Heyecanlanıyorum biraz da. Üstatların; Necip Fazıl’ın, Mehmet Akif’in beklediği nesil, belki de tarihimizin derinliklerinde bir yerlerde saklıdır. Veya öylece gözümüzün önündedir de göremiyoruz diye düşünüyorum. Bakmaktan ziyade görmeliyiz bence diye de ekliyorum. Görmemiz niyetiyle, selametle…


Burakhan Doğan'ın Yazısı.