Aklını Kullanmayan Buraya Giremez!
Yunus Emre Tozal
Modern dünyanın karmaşası içerisinde, nasıl yapmamız gerektiği hakkında öğrendiğimiz bilgilerle yaşadığımız modern hayat, gittikçe düşünme eyleminden uzaklaştırıyor insanı.
Kendi anlamını kendi eylemiyle açıklayan, varoluşun sırlarını uhrevi dirilişe dönüştürebilen düşünce eylemi, tarih boyunca insanları düşünenler ve düşünmeyenler olarak iki kısma ayırmış, insanların kan dökmelerine, birbirleriyle savaşmalarına ve hatta öldürmelerine neden olmuş bir bilinç katalizörüdür. Maddi manevi her açıdan insanın çeşitli davranışlarının ve tepkilerinin ontolojik temelinde düşünme faaliyetinin aktifliğinin etkisi ya da pasifliğinin sebebi söz konusudur. Aktif bilinç şuuru, sebep yerine vesile olacağından, aktif düşünme eylemi insanı doğrudan doğruya anlama, irfan mertebesine yükselterek doğru olan “şey”e; hakikate yakınlaştırır, hakikatle tanıştırır.
İnsan adedince düşünce algısı vardır. Ne yapacağına karar verme aşamasında da düşünülebilinir, varoluşuyla nereye gittiğini metafizik düzeyde aynanın karşısına çıkarak sorgulamayla da düşünülebilinir...
Tolstoy “Dünyadaki insanların nefesi adedince Allah’a giden yol vardır” hadisinden hareketle, “Nasıl dünyada beyin sayısı kadar düşünce çeşidi varsa, yürek sayısı kadar da sevgi çeşidi vardır” diyerek, her insanın iç dünyasında keşfettiği güzelliklerden yola çıkarak düşüncenin ve sevginin çeşitliliğini bir parmak izi gibi her insanda kendine has, orjinal olduğunu belirtmiş. Edward R. Murrow’un “Birçok insan, aslında sadece önyargılarını yeniden düzenliyorken düşündüğünü zannetmekle...” sözü, aklın inşası için düşünme faaliyetinin ne olduğuna dair bir iz belirtmekte. Aklın inşası için ön yargılarından kurtularak yapılacak bir düşünme, düşünce üreteceğinden insanı farklı âlemlerde farklı ruh iklimleriyle tanıştıracaktır. Farklı rüzgarların etkisiyle bambaşka bir dünyada gezinmeye başlayacak olan kalp, düşünecek, tefekkür edecek, merak edecek, tanıyacak, anlayacak, idrak edecek, sorgulayacak, empati kuracak, düşünsel evrende fiziksel eylemin bittiği metafizik eylemin başladığı zeminde hikmet kozasıyla karşı karşıya kalacaktır.
Kur’an’ın, muhatabına sık sık sorduğu “Hâlâ düşünmeyecek misiniz, hâlâ akletmeyecek misiniz...” gibi sorular, muhatabı kozmik âlemde yürüttüğü için, düşünmek bir nevi yürümeye benzer. Zihinsel bir hareketin sonucu olarak tefekkür eden insan, tasavvur ettiği düşünsel eylemiyle kalabalığın arkasından gitmeyerek tek başına yürümesiyle kâinata keşif gözüyle bakacaktır. Uzakta olana yakınlaşmayla arada bağlar kurulacak, yanılsama-hakikat arasındaki perde aralanacaktır. Paradoksal evrenden uzaklaşarak devrimci virajı almak, yolun sonuna varmadan ne ile karşı karşıya olduğumuzun farkına varabilmeyi sağlayacak, çıkış yolunu bulmada intihar süsü gibi gösterilen yanılsamayı aşikâr olmaktan öteye taşıyacaktır. İsmet Özel iç âlemin dış âlemle kuracağı bu bağı şöyle izah eder: “Ben dünyaya doğru yürümekle meşhurum!”
Cevherin sesi ilhamdır. Damlanın denize düştüğünde deniz olduğu gibi, hakikate yaklaşabilmek de, ruhun sesi vicdanla cevherin sesi ilhama kulak vermekle mümkündür. Işığın ardında cevherin sesini arayan, hakikatin tinsel çağrısına kulak kesilip anlaşıldığı zaman mutlu olabilen insan kâinatla bütünleşir. Çünkü kendisini bulmuştur, varlığını idrak etmiştir. Eşref-i mahlûkat olmanın sırrına ermiştir. Kâinat, anlaşılmak için olduğunu anlamış, anladıkça özgürleşebilmenin tadını tatmaya başlamıştır.
Gül anlaşılmak için açar, su aşkını itiraf edebilmek için akar. Taş aşkından dolayı dayanamaz da yuvarlanır yuvarlanır, insan da Adorno’nun deyimiyle çocuksuluğunun esinini yansıtır hayatına. Bir şey yaratmanın ötesinde, tinsel hazdan ötesine ulaşabilme aşkınlığı, insanı ilahi yasanın değişmez bütünlüğünün mutluluğuna; rahmetine; bereketine götürür. Çünkü gerçek sevgi, tüm insanların mutlu olacağı hayali bir tabloyu arzu eden duygunun sırrında gizlidir.
Mekke’nin en zenginlerinden bir ailenin çocuğu olan Musab Bin Umeyr’in hiçbir eksiği yokken, annesine saçlarının telleri adedince canı olsa ve hepsini ölüm orucunda can çekişerek oğlunun gözünün önünde verse bile imanından vazgeçmeyeceğini haykırması, babası rahip olan Nietzsche’nin Tanrı’nın varlığını sorgulayarak varlığın ve anlamın kapısını aralamasını, babası put yapıp satan Hz. İbrahim’in güneşe, aya, yıldızlara bakıp yaratıcıyı arama sancısını ya da Sokrates’e şehri terk etmesi halinde affolunacağı söylendiği halde, Sokrates’in şehri terk etmeyip ölmeyi seçmesini hangi anlam(lar) ile açıklayabiliriz?.. İnsanın varoluşu hakkındaki merakını, hakikati idrak etme ve idrak ettirme isteğini kim ne ile durdurabilir?..
Düşünmek, değişime dâhil olmaktır. Bir şeyleri değiştirmek için düşünmek, bir adım sonrasının bir adım öncekiyle aynı olmaması için mücadele etmektir. Yürekle iletişim kurarak, yürekle birlikte kendinin dışında hakikat ırmağına akmaya çabalamak, varolan tüm soruları karşına alarak bilgiye ulaşacak her türlü yolu denemeyle mümkün olacaktır. Oscar Wilde “Aptallık, en büyük günahtır” derken, insanın kendi eliyle kendi zincirlerini bağladığından, kendisini kendi elleriyle tutsak bıraktığından olsa gerek, insanın akıl ve düşünebilme yetisinin en önemli fonksiyon olduğunu belirtmişti. Çünkü insan için eşyayı değerli kılacak olan şey, akıl ve düşüncedir. Portekiz edebiyatının güçlü ismi Fernando Pessoa, hissederek düşünmek adına insanın karşısına çıkan bu anlam kargaşasını şöyle ifade eder: “Çünkü düşünmek anlamamaktır / Düşünmek gözleri bozuk olmaktır.”
Platon’un akademisinde “Geometri bilmeyen buraya giremez” yazıyordu. Şüphesiz Antik Yunan medeniyetinde düşünen insanları toplamak için böyle bir metoda başvurmuştu Platon. Modern dünyanın karmaşası içerisinde, nasıl yapmamız gerektiği hakkında öğrendiğimiz bilgilerle yaşadığımız modern hayat, gittikçe düşünme eyleminden uzaklaştırıyor insanı. Kavramsallaştırmadığımız, nasıl oluştuğu hakkında en ufak bir bilgiye sahip olmadan ezberlediğimiz bilgiler, bizi makineleştiriyor, robot gibi yaşamamıza sebep oluyor. “Hâlâ akletmeyecek misiniz?” sorusunun muhatabı olmaya gayret etmek gerekiyor. Korkulanın gücünden, büyüklüğünden, azametinden korkarak değil, korkulanın sevgisine mazhar olamamaktan korkmak; korkulanın huzuruna çıkınca yüzünün kızaracağından korkmak; korkulanın aşkına korkulana sığınarak aradaki muhabbeti incitmekten, sükûneti bozmaktan korkmak… O’nsuz kalmayacağının bilinciyle, şah damarından daha yakın olduğunun hissiyle O’nsuz kalmaktan, emanetine sahip olamamaktan korkmak… İşte dert budur.
GENÇ'ın Yazısı.