Petra
Ürdün vadisi dünyanın en alçak, kıyamete, kızgın lavlara en yakın noktası. Balçıkta pişmiş kat kat taşların yağdığı, kavimlerin hallaç pamuğuna döndüğü bu toprakları bırakmamış lanet, Lut Gölü zehir kadar acı. Şifalı diye sürülen çamurlar yakıp kavuruyor deriyi.
İlahi okuyarak Musa’nın yolunu takip eden hacıların peşine takıldım, kadınlar tesbih çekiyordu, ben dedemden yadigar doksan dokuzluğu çıkardım çantamdan. Hintli bir kız tırmandı kayalara, bir daha öpüştü sevgililer, gözü sürmeli bedevi eşeklerine bindirecek müşteri ararken küçük bir çocuk kertenkelesini uzattı avucuma. Bu gizemli labirentin derinliklerine girdikçe kendimi buldum. Çölün sessizliği doldu içime, ölüler için yapılmıştı bu kent. Dağlara özene bezene oyulan mezarlar Nebatiler’in öbür dünyadaki evleriydi. Define avcıları kırıp dökse, defalarca yağmalansa da bir mücevherdi Petra.
Keçi sürüsü geçti önümden ve kızıl kayalara tırmandı, faytonlar turist dolu, atların üstünde korkudan titreyen çocuklar, ben yalpalayarak ayağa kalkan süslü, çirkin, tembel ve yaşlı bir deve seçtim kendime. Kimsenin binmek istemediği hayvan diğerlerinden daha çevik ve mutluydu.
BEDEVİLERİN KAYIP ŞEHRİ
Nebatiler dağları oyup yerin altında bir başkent kurdular. Suyu kanallarla dağlardan, ırmaklardan getirip çölü cennete çeviren bu kabile kayalara mezarlık ve tapınaklar gizledi. Çin ve Hindistan’dan gelen baharatlar, tütsüler, yağ ve parfümler dünyanın dört bir yanına bu şehirden dağıldı. Gösterişli cepheler yabancı tacirleri büyülerken Tanrı Dushara ve Uzza’nın kabartmalarıyla süslü geçit duvarlarına bir kervanın gölgesi düştü. Yol bitip Hazine binasıyla -ki o sadece bir mezarlıktı- karşılaştıklarında solukları kesildi bu şehre iki bin yıl evvel gelenlerin ve benim. Onlar develerin yularına sarıldı, ben fotoğraf makinamın askısına. Onlar sustu, ben çığlık attım. Gülkurusu yekpare kayadan oyulmuş yüksek sütunları, güneşin değdiği kırık heykelleri ve dilden dile dolaşan efsaneleriyle gerçek dışı, var olmamış bir yer gibiydi. Nal seslerini duyuncaya kadar öylece kıpırtısız kaldım. Dünya Petra’yı unuttuğunda antik kent sadece çöle ve bedevilere aitti. Asuri, Mısır ve Yunan etkisiyle oyulan mezar odalarını Burckhardt buldu diye yazdı tarih ama hiç bir zaman yalnız kalmamıştı bu şehir.
YARIM YÜZYIL BEKLEYEN YOLCULUK
Petra’nın en şaşalı, kendini beğenmiş kayalarını seyredip naneli çayımı içerken yaşlı bir İsviçreli yarım yüzyıl önce babaannesinin bir fotoğrafında gördüğü manzaraya nasıl hayran kaldığını, seyyahlığı içine düşüren kenti, dedesinin kamerayla belki daha tenha, daha virane ama bu günkü kadar alımlı hazine binasını çektiği noktadan, hiç tanımadığı bir kadına, bana anlatıyordu. Soluk, sararmış, siyah beyaz fotoğrafın yanına koyması için develerin, eşeklerin, rengarenk kalabalığın içinde bu hayalperest gezginin fotoğrafını çektim. Dikkatlice seçti duracağı yeri, çekeceğim açıyı. Deklanşöre bastığımda merceğin içinde bana el sallayan hasır şapkalı ince bir kadın ve Petra vardı. Ben Petra’nın varlığını gezmeye başladıktan çok sonra öğrenmiştim. Seyyahlığım ananemin masallarında, babamın bavulunda, İbni Battuta’nın notlarında gizliydi.
BİR FİNCAN KAHVENİN GÜCÜ
Ürdün geleneklerine sadık. Kralı bile ayaklarına getirtecek kadar sert ve kararlı Petra’da yaşayan kabilenin erkekleri. Kendilerine ait mağara evleri devlete teslim edip yeni köylerine taşınsalar bile sadece onlar çalışıyor antik kentte. Hâlâ bir kahve fincanının mesajıyla başlıyor kavgalar. Kız isterken tam elli fincan elli misafirin önünde bekliyor, kızın babası fincana elini uzatana kadar korkuyla titreyip terliyor delikanlı, önce ev sahibinin fincanı değmeli dudağına sonra diğerleri. Kararlar, görüşmeler, iş anlaşmaları, kabileler arası savaş, misafirlik ev sahibi o bir yudum kahveyi içerse başlıyor yoksa küskün ayrılıyor gelenler. Fincanlar yalnız, anneler dertli.
KIZIL ÇÖLDE BİR GECE
Vadi Rum’da Bedeviler çadırları sağlamlaştırırken rüzgar felâket çığlıkları atıyordu. Çöl her fırtınada şekil değiştirir, belki de bu yüzden ağaç büyümez kumda. Yeşili, suyu, gülü bilmez çöl. Kimsenin değildir, yolu yoktur, zaman gölgelerde gizlenir. Lawrence “Engin, yansımalı ve üstün” diye tasvir eder kamp kurduğu vadiyi, Gertrude Bell bedevi şeyhinin sofrasında oturup porselen fincandan yudumlar çayını. Hicaz Demiryolu hacıları taşımıyor artık, fosfat ve potasyum dolu eski vagonlar. Semud Kavmi’nden kalan dağlara kazınmış resimler, turistlerin bindiği deve kervanları, kızıl kum tepelere tırmanan gençler, snowbord’la kayan çocuklar ve siyah keçe çadırlarda ikram edilen odun ateşinde demlenmiş şekerli çay birer parçasıdır vadinin. Bir bedevi asla şekersizi kabul etmez ne kadar ısrar edersem edeyim, tatlıdır çayım. Kayaların gölgesine sığınan onlarca çadır bir köye değil otele ait. Çardaklarda nargileler, büyük tepsiye çevrilmiş etli pilav, humus, tahinli patlıcan ve hepsinden önemlisi tandırda pişmiş incecik sıcak ekmekler.
Gece yavaş yavaş indiğinde soğuyor hava. Güneşin sıcağını içinde saklayan kumlara sokuyorum çıplak ayaklarımı. Bedevilerin yaktığı ateş kızıl kayalara yansıyıp oyun oynuyor. Bir şahin uçuyor geceye.
DENİZLER DE ÖLÜR
Dünyanın dibindeyim, siyah bir gölde, yapış yapış, yoğun hiçbir varlığı koynunda beslemeyip insanı kucaklamayan, dışarı atmak istermiş gibi iten, kaldıran ölü bir suda. Ürdün vadisi dünyanın en alçak, kıyamete, kızgın lavlara en yakın noktası. Balçıkta pişmiş kat kat taşların yağdığı, kavimlerin hallaç pamuğuna döndüğü bu toprakları bırakmamış lanet, Lut Gölü zehir kadar acı. Şifalı diye sürülen çamurlar yakıp kavuruyor deriyi. Hızla çekiyorum ayaklarımı sudan gölün kenarındaki çakıllar bile sivri, keskin ve zalim. Ürdün sahilinden İsrail kıyılarını seyretmeli mi yoksa Lut gibi uzaklaşmalı mıyım bu topraklardan.
Hande Berra'ın Yazısı.