S. Bilgehan Eren

Nora’nın sırrîliği delik deşik edilmiştir. Bu sırrı kavrayacak, kucaklayacak, beşiklik edecek, -vitrinlere değil- aile ve cemiyetteki aslî başköşesine oturtacak nizamların nizamı tesis edilmediği müddetçe de; ne kadın, ne erkek, ne aile, ne fert, ne cemiyet, hâsılı bu anlamda hiçbir meselemiz de hâllolmayacaktır. Zira kurtuluş, “parça” kemiyetinde değil, “bütün” keyfiyetinde saklıdır.

Çağdaş İngiliz Tiyatrosunun kurucusu, Nobel ödüllü İrlandalı yazar Bernard Shaw, onun hakkında şöyle diyordu: “19. yüzyıldaki en köktenci idealizm ve kentsoylu ahlâk karşıtı yazar.” 20. yüzyıl edebiyatını derinden etkileyen bir başka İrlandalı yazar James Joyce ise, ona olan hayranlığından ötürü, onun oyunlarını aslî dilinden okumak ve kendisiyle mektuplaşabilmek için Norveççe öğrenmişti. Bu kişi, 1828-1906 yılları arasında yaşamış, tiyatro sanatında devrim yaptığı savunulan, modern tiyatronun öncüsü Norveçli yazar Henrik Ibsen’dir. Bunları yazma vesilemiz ise prömiyerinde izleme imkânı bulduğumuz, Ibsen’in “Nora - Bir Bebek Evi” isimli, 1879 yılında yazdığı ve zamanının tabularına meydan okumasıyla efsaneleşen oyunu.

Yazının hemen başında, son derece başarılı bir performans sergiledikleri için, başta tüm oyunculara ama özellikle Nora’yı oynayan Yeşim Koçak ve Torvald’ı oynayan Mert Tanık’a, kostüm-efekt-ışık tasarımcılarından sahne tasarımcılarına, İBB Şehir Tiyatroları Genel Sanat Yönetmeni Süha Uygur’dan oyunun yönetmeni Ali Gökmen Altuğ’a kadar, tüm ekibe kocaman bir teşekkür sunmak istiyoruz.

“Nora - Bir Bebek Evi” yaklaşık 150 yıl önce yazılmış bir oyun. Lâkin bu eskilik içinde o kadar da güncel, o kadar da günümüze ait (Hele ki bunu; kadın cinayetleri, kadına şiddet, çocuk gelinler, 14 yaşında kızların anneliği gibi güncel mevzular üzerinden de okuyunca, bambaşka bir anlam kazanıyor). Zaten sanat ürünlerinin de hakiki başarısı bu noktada; bulundukları mekânı ve zamanı aşabilme özelliklerinde. Norveçli Nora’nın 150 yıl önceki hikâyesinin, İstanbullu Nuray’ın 2018’deki hikâyesi de olabilmesinde.

Oyuna gelecek olursak; evli bir kadın olan Nora’nın iki çocuğu vardır. Evde, kocası Torvald’ın kendisine biçtiği rolü oynar (Tabiî ki bu, Torvald’ın değil de, toplumun ona biçtiği bir rol; Torvald burada geleneği temsil eder). Nora, yer yer oldukça depresif ve histerik. Lâkin bu histeriyi sadece Freud’un bakış açısıyla tanımlamak mümkün değil. Zira Freud, kadınlığın özünde hastalıklı bir yapı olduğunu ve bastırılmış cinselliğin histeriye yol açtığını savunur. Ama Nora’yı bu duruma getiren, önce babasının, sonra da kocasının kendisine bakıma muhtaç, pek fazla bir şeyden anlamaz, oyuncak bebek muamelesi yapmalarıdır. Zaten oyunun ismindeki “bebek evi” de buradan gelmektedir. Biraz daha açarsak, Nora’nın davranışlarındaki aşırı gerginlik, toplumsal normlar neticesinde, aile ve toplum içinde uğradığı baskının, bastırılmışlığın bir dışavurumudur.

İşte bu Nora, birkaç yıl önce kocasının hayatını kurtarmak için ona büyük bir iyilik yapar.

Fakat Torvald’ın bundan haberi yoktur. Bir nevi Torvald’ın iyiliği için onun arkasından iş çevirmiştir. Olayların akışı Torvald’ın bunu öğrenmesine yol açar. Adam kendisini aşağılanmış hissedip, Nora’ya karşı suçlayıcı ve sert bir tavır alır. Torvald’ın bu konuyu öğrenmesine vesile olan iş-kariyer ile ilgili tehdit, kısa sürede ortadan kalkar. Görünüşte Nora ile kocası arasında da artık sorun kalmamıştır. Hatta Torvald, bağışlayıcılığın verdiği erkekçe bir özgüven duygusuyla, Nora’yı affettiğini söyler, sanki affetmesi gereken kendisiymiş gibi. Ama Nora bir sefer kabuğunu kırmıştır. Kendisini, eşine ve evine ait hissetmemektedir. Torvald’ın yalvarmaları ve özür dilemeleri altında, evini ve çocuklarını terk eder.

Kadının özgürleşmesi, bireyleşmesi anlamında ilk feminist oyunlardan olan “Nora - Bir Bebek Evi” sahnelendiği yıllarda büyük tepkiler alır. Ibsen, geleneğin değerlerine sağlam bir vuruş yapmıştır. Bu perspektiften bakınca haklıdır da. Fakat şimdi biz, yazımızın başlığında da yer verdiğimiz gibi, biraz daha meseleye sahne seviyesinden değil de panoramik bakmaya çalışacağız.

Şüphe yok, Henrik Ibsen büyük bir yazar. Zamanının şahididir, vicdanıdır. Çağının röntgenini çekmiş, korkusuzca hastalığı tespit etmiş, bunu geceli gündüzlü çalışmalarla sanat verimlerine çevirmiş biri. Lâkin hakikatte bir reçetesi yok. Reçete diye sunduğu şeyin ise daha büyük bir hastalığa yol açabileceğini öngörememiştir. Çünkü Ibsen sadece bir yazardır, esaslı bir dünya görüşü sahibi “mütefekkir” asla değildir.

Şimdi yeri gelmişken söyleyelim, Batı’daki felsefî akımları, düşünce birikimlerini incelediğimizde, hepsi birbirinin eleştirisi olarak gelişmiş, bir öncekinin hatalarını göstermede tutarlı, kendi özüyle ise bir şey verememiştir. Bu aynı zamanda -Üstad’ın ifadesiyle- şu sonuca da çıkar: “Batıda hiçbir zaman fert ve toplum muvazenesi kurulamamıştır.” Ya ferdi yüceltmiştir, yahut toplumu. Böylece diğerinin hakkını gasp etmiştir. Bu söylediklerimiz en basit anlamda liberalizm, kapitalizm, komünizm üzerinden düşünülebilir. İşte böyle bir noktada, nerde kaldı ki kadın-erkek, yahut kadın-toplum muvazenesi kurabilsin.

Ibsen’in varoluşçu felsefeden izler taşıyan çıkışı (hastalığın tespiti) doğru olsa bile, vardığı yer açısından (reçete); hem kadına, hem erkeğe, hem bireye, hem de topluma şifadan uzaktır. Misal; akla hiç pay vermeyen, aklı öldüren Ortaçağ’daki “skolastik felsefe”nin elbette savunulacak bir tarafı olamaz. Fakat devamında “aydınlanma çağı” ile birlikte gelen akılcılık da, aklı putlaştırmaya kadar götürdüğü için, yine hakikate uzaktır ve başka başka buhranlar ortaya çıkarmıştır. Kısacası, sadece tepkisellikle, insanoğlu mutlak anlamda bir yere varamamıştır, varamayacaktır da.

İtalya’da yıllarca yaşamış olan Ibsen, oyunun dönüm noktalarından birini Güney İtalya’nın geleneksel dansı “tarantella” üzerine kurgulamıştır. Bu simgesel dans, kadını erkekle eşitleyen (sonrasında erkek gibi davrandırtan) mitik bir simgedir. Toparlayacak olursak; Nora erkek (!) gibi, kapıyı kapatıp çıkmıştır. Yozlaşmış kent soylu ahlâka arkasını dönmüştür. Lâkin arkasında anneliği, çocuklarını, eşini ve yuvasını bırakmıştır. Bu anlamda Nora, şikâyetçi olduğu rollerden (baskıdan) belki kurtulmuştur ama kapitalizm ve liberalizmin bugün vardığı noktada, sömürüden asla kurtulamamıştır.

Netice-i kelam; 21. asır kaydıyla söylersek, Nora’nın sırrîliği delik deşik edilmiştir. Bu sırrı kavrayacak, kucaklayacak, beşiklik edecek, -vitrinlere değil- aile ve cemiyetteki aslî başköşesine oturtacak nizamların nizamı tesis edilmediği müddetçe de; ne kadın, ne erkek, ne aile, ne fert, ne cemiyet, hâsılı bu anlamda hiçbir meselemiz de hâllolmayacaktır. Zira kurtuluş, “parça” kemiyetinde değil, “bütün” keyfiyetinde saklıdır.


GENÇ'ın Yazısı.