Recâ
Uzun zamandır Recâ ile bir araya gelmek için fırsat kolluyorum. Onunla bir araya geldiğim zaman ferahlayacağımı, rahatlayacağımı düşünüyorum. Ben anlatacağım, o dinleyecek; o anlatacak, ben dinleyeceğim.
Aslında biliyorum. O hep müsait. Ben, bir uygun olup da haydi şurada, şu zamanda, diyemedim.
Nihâyet o an geldi. Yalnızlığımı en fazla kuşanabildiğim efkârlı bir vakitte, tütsülenmiş, kuru bir gecenin kıyısında buluştuk onunla.
“-Hoş geldin..” dedim. Sarıldık. “-Kim kime hoş geldi, onu Allah bilir” dedi ve gülümsedi. “-Dur hemen başlama...” diye takıldım.
Gösterdiğim yere değil de beni daha iyi süzeceği bir yere oturdu. Anlaşılan, üzerimdeki titrek tedirginliği sezmiş, bakışlarımın, tavırlarımın ruh ve beden âhenginde uyumsuzluk hissetmişti. Bunu daha sonraları anlayabildiğimi düşünüyorum.
Hakikaten de öyleydim. Arkama yaslanamıyordum meselâ. Ellerimi birbirine kenetliyor, parmaklarımı birbirine dolayıp duruyor, ayaklarımı sürekli kıpırdatıyordum. Dizlerim... Dizlerim... Hafiften titremekteydi.
Biraz kendime gelme azmiyle kafamı kaldırıp ona baktığım esnada, bir halka gibi dört parmağına geçirdiği tesbihin tanelerini, avucunun içine doğru, baş parmağıyla çevirdiğini ve gözlerini de şık, şık diye ipte, aşağı düşen boncuklara sabitlediğini gördüm. Ne kadar rahattı... Sakin ve huzurlu.
Hemen birkaç saniye içinde, göz göze geliverdik. Gecenin koyu grisinde dahî belirgin olan vakur simasında iki ışıklı pencere gibi duran gözleri gülümsüyordu.
“-Özlüyorum seni. Seninle aynı ortamda bulunmak, birlikte aynı havayı teneffüs etmek bana huzur veriyor” dedim.
“-Seninle çok sık, daha sık görüşmek istiyorum... Ama olmuyor. Nedense, bir türlü olmuyor” diye ekledim. “-Korkunda ziyâdelik olmazsa olmaz” dedi. “-Kaçacak hiçbir yeri kalmamış yaralı bir ceylanın, kendisine doğrultulmuş namluya bakışındaki dehşeti, yüreğinde bir çırpıntı olarak hissetmedikçe, benimle hiç bir araya gelemeyeceğini aslında sen bilirsin!” diye devam etti... Evet, bunu biliyordum... Ama kendimi tutamayıp ürperdim yine.
Kısa bir sessizlik oldu. Tam, “-Nereden başlasak?” diyecektim ki, “-Hele biraz Kur’an oku” dedi. Telâşla, “-Nasıl, ne dedin, nereden?” dedim, “-Hemen kapıdan... Hafif sesli ve makam ile...” dedi.
Ellerimi dizlerimin üzerine koydum. Başımı hafif sağa yatırdım. Kapadım gözlerimi ve inlemeye başladım:
“Bismillâhirrahmânirrahîm... Elhamdülillâhi rabbil âlemin... Errahmânirrahîm... Mâliki yevmid dîn... İyyâ kenâ’budu ve iyyâ kenesta’în...”
Ağlamaya başladım. Göğsüm hafif ritimde hoplayamaya durdu. Ağlıyordum. “-Nasıl devam edeceğim?” diye düşünürken, “-Son âyeti baştan al” dedi. Aldım, almaya çalıştım. “-Bir daha!” dedi, yine tekrar okumaya çalıştım. Arada dudaklarımı ısırıyor, yürek dümenimi sabitlemeye çalışıyordum.
“-İyyâ kenâ’budu ve iyyâ kenesta’în...” Defâlarca okudum... Defâlarca okuttu. Sonra, “-Yeter...” dedi.
Son bir hamle ile susmaya çalışmak için işaret parmağımı yandan ısırdım; öylece bekledim bir müddet.
Kafamı kaldırıp bakamıyordum ona. Ama hissediyordum. Her zamanki gibi şimdi oturduğu yerde doğrulacak ve sesine tok bir eda kazandırarak tane tane konuşacaktı. Öyle de oldu:
“-Kime ait ve sorumlu olduğunu, kimin kulu olduğunu, kimden korkman, kimden istemen gerektiğini unutursan, sana hiçbir şey de yok, sana Recâ da yok!...” dedi. “-Gerçekle uğraş, yalanı bırak. Ebed’i tut, fâniyi boşla. Dünyaya sırtını dön, ukbâyı kucakla. Seni kurtuluşa ne götürecekse, ona râm ol. Bırak ağlamayı!..” diye bitirdi.
Neden sonra, kalktım. Dizlerim tutmuyordu. Ayakta durmakta zorlanıyordum. Baktım, çoktan gitmişti.
Halit Yasir Özoğul'ın Yazısı.