Erkam Salih Büyükdinç

Gözleri doldu bu ayrılığa. Kapattı gözlerini, siyah ışığa tutsak kaldı. Arkada ise Cem Karaca son dizeleri mırıldanıyordu: “Benim de bu cihandan gidişim, hey canım rina nay rina rina nay. Memleket sevdasından, hey canım hey…”

Deniz köpürmüş ateşleri kıyıya vuruyordu. Kızıl gökten yağan kıvılcımlar düştüğü yeri tutuşturuyordu. Kaynayan dağların üzerindeki kızgın kum taneleri havada uçuşuyordu. Alınan nefeste ciğerler parçalanıyor ama onların ilerleyişine engel olamıyordu.

“La tankçı! Uyansana oğlum, vallaha yiyecen zınnığı gumandandan ha!” bağırışlarıyla uyandı gamzeli sadakasıyla. Cehennemi damarlarımızdaki kanla söndürmeye gidiyoruz diye düşündü ve aklından kovdu kirli düşünceleri. “Kardeşim, sen hangi dilde konuşuyorsun?” diye takıldı Konyalıya. Hazırlanmaya koyuldu. Künyesini soktu kamuflajının içine. Bayrağının içinden hanımının seslenişini ve çocuklarının resmini çıkardı son kez. Çocukları Necmettin ve Mehtap’ı öptü, şiiri okudu:

Odaklanamıyorum senden gayrısına

Günler eritiyor beni arkası arkasına

Nerede ellerin, nerede gözlerin

Gözyaşlarımın aktığı kuyu çok derin…

Devam edemedi. Kuyusuz gözyaşları ıslattı saman kâğıdını. Yeniden sardı ay yıldızın içine ve koydu merhametinin tam üstüne. Silah arkadaşlarının yanında yerini aldı.

“Evet, Aslanlar! Bu zorlu görevde size iki şey emrediyorum: Bir, şansa inanmayın çünkü şans dediğimiz şey fırsatlara hazır yakalanmaktır. Elimizden geleni yaparsak Allah’ın izniyle kazanan biz olacağız. İki, düzeni kesinlikle bozmayın. Çünkü nizamsız Hak, nizamlı batıla karşı koyamaz. Gazanız mübarek olsun. Haydi, önce namaz sonra düğün!”

Onbaşı var gücüyle bağırdı: “Namaza müteakip operasyon başlıyor!” Konyalı şakacı: “Gomutanım, cenaze mi var? Ne operasyonu namaza müteakip?” Onbaşı ciddi: “Sen ona da niyet et Konyalı!”

Tankına doğru hızla ilerlerken bir çırpıda yerleştirdi dişlerinin arasına memleketten gönderilen zeytin dalını. Ne de olsa barış ve özgürlük de birer bağımlılıktı.

Yoğun sis altında sınırı geçmişlerdi. Köylerden geçerken çığlık ve bayraklarla uğurluyordu onları halk. Çığlıklardan daha gür sese sahipti dudaklarındaki tebessüm.

Köylerden ve insanlardan arınmış dağlar arasında Afrin’e doğru hızla ilerliyordu şahadet ordusu. Yükselirken dağların arasına sıkışmış güneş, kanını tüm semaya akıtıyordu. Yağmur çiselemeye başlamıştı ve sıcak hava nemle birleşince boğucu bir hal almıştı. Terli elleriyle yanında getirdiği müzik çaları kısık seste açmıştı ve asker sesiyle Cem Karaca’ya eşlik ediyordu: ”Deniz üstü köpürür, hey canım rina nay rina rina nay…”

Bir anda sarılmıştı ortalık. Silah sesleri kulaklarda yankılanıyordu. Komandolar siper alıyor, tanklar atış pozisyonuna geçiyordu. Kendisi de ivedilikle nizama uydu. Olanca kargaşanın arasında gözleri Konyalıyı arıyordu bir yandan. Yemin vardı, dönüş beraberdi. Attığı toplar yağmurla yarışıyordu. Tankına çarpan şarapnel parçaları kulaklarını çınlatıyordu. Evet, işte oradaydı! Az ileride dürbünlüyü kayaların arasına yatırmış ustaca indiriyordu teröristleri. Onu sağ görmek cesaretini artırmıştı.

Kan dağını kesif barut kokusu kaplamıştı. Haykırışlar ve top sesleri eşliğinde zafere ilerliyorlardı. Komandolar hızla siper değiştirerek korkusuzca korkak sürüsünü kovalıyordu. Bu zafer tablosunda kardeşini aradı gözbebekleri. Kısıldı göz kapakları. Gözyaşları buğuladı dönmeyen dünyayı. Netlik kalmadı, hırsla kırptı titreyen kirpiklerini görmek istercesine gerçeği. Gözleri doldu bu ayrılığa. Kapattı gözlerini, siyah ışığa tutsak kaldı. Arkada ise Cem Karaca son dizeleri mırıldanıyordu: “Benim de bu cihandan gidişim, hey canım rina nay rina rina nay. Memleket sevdasından, hey canım hey…”


GENÇ'ın Yazısı.