Fazlalıklar Bir Eksikliktir
Hiç kimse yazar doğmuyor, yaza yaza yazar olunuyor. Peki siz bu süreçte nasıl yol aldınız; yazı hayatında ilerlerken, size yön veren şeyler neydi?
Bu soruya cevap olarak söylenecek çok şey var. En başta sunu söylemem gerek: Yazı hayatında en güzel, hızlı ve selametli şekilde ilerlemenin yolu, bir yazı ustasının çırağı olabilmekten geçiyor. Herkes bu fırsatı elde edemiyor, ama şükür ki benim böyle bir imkânım oldu. Bana yol gösteren iki ustam oldu; onlar yazılarım hakkında fikir söylediler, tıkandığım yerlerde kendi geliştirdikleri usulü öğreterek o tıkanmaları nasıl aşacağımı gösterdiler; bir konuyu yazmak üzere dert edinmekten o konu üzerine çalışmaya, en uygun üslup kıvamında yazı dökmeye kadar bütün aşamalarda deneye yanıla daha uzun bir sürede keşfedeceğim birçok şeyi daha kısa sürede öğrenmemi sağladılar.
Bu usta-çırak ilişkisinin, muazzam bir imkân içerse de, sıkıntılı tarafları yok değil. Bazen, kabiliyetinizi geliştirdiğiniz usta sizi kendi tarzında hapsedebiliyor; öğrendiğiniz yuva, kanat çırpamadığınız kafese dönüşebiliyor. Ben böyle bir durum yaşamadım, ama böyle örnekleri de gördüm. Burada ise, hayatın bütününde olduğu gibi yazı hayatının da ayrılmaz bir parçası olarak, insan-insan ilişkilerini kıvamında tutmak ve kıvamında yönetebilmek meselesi karşımıza çıkıyor.
Yazı yolculuğunda kulağıma küpe olan, bana yol gösteren en temel hususlara gelirsek: Bunlardan ilki, bir yandan üniversitede okuyan taze bir yazar adayı iken, diğer taraftan bir yayın kuruluşunda onbini aşkın kitabı ondalık sisteme göre tasnif etme vazifesini üstlenmiş biri olarak bu kitapların tozlarını yuttuğum esnada ismini şu an hatırlamadığım bir kitapta şairini şimdi hatırlamadığım şu ironi yüklü dizeleri hiç unutmadım. Diyordu ki şair: “Zavallı Horatio, ne şiir okurdu, ne roman Ne yapsın ki zavallı Vakti yoktu yazmaktan.”
Bu, benim kulağıma küpe oldu. Çünkü üniversite yıllarımın ilk günlerinden itibaren yazı ve yayın hayatının içinde olduğumdan, gerçekten artık “yazmaktan okumaya vakit bulamayan” insanlar da görmüştüm. Belli bir zaman sonra, yazıya dair belli yöntemler ve hele kıvraklıklar edinince, bu yazı işçiliğinde bir gevşekliğe, hele ki araştırma safhasında bir tembelliğe insanı sürükleyebiliyor, dahası yazıyı “otomatiğe bağlama” gibi bir problem de zuhur edebiliyor.
Bu ise, aslında yerinde saymak, hatta gerilemek anlamına geliyor bir yazar için. Bu söz kulağıma küpe oldu, kendimce söz verdim: Ömrüm oldukça, yazı işçiliğinde fedakârlık yapmayacağım, okumadan yazanlardan olmayacağım.
Yine aynı dönemde yine aynı tozlu raflar arasında tasnife çalıştığım bir romanın Türkçe tercümesine mütercimin yazdığı sunuşta, Nobel almış bu romancının (bu kez ismi aklımda: Ernest Hemingway), Nobel sahibi bir diğer romancı (William Faulkner) hakkındaki sözleri aktarılıyordu. Özetle diyordu ki Hemingway, bizzat bir romancı olmak yerine, Faulkner’ın editörü olmayı tercih ederdim. Çünkü bana göre dünyanın en büyük romancısı odur, ama romanında atamadığı fazlalıklar bunun hakkıyla görülmesini engelliyor.”
Buradan şu dersi çıkarmıştım: Demek ki, yazıda sadece eksikliklere odaklanmamalıyım, fazlalık da var mı; derdimi, meramımı anlattığım halde fazladan bir söz, bir kelime oyunu, bir mecaz, bir teşbihle uzatıp da mânâyı boğuyor muyum, buna da bakmalıyım. Çünkü, aslında fazlalık da bir eksikliktir.
Bu soruya cevap olarak dahası da var notlarımda, ama dergimizin sayfaları arasında bana ayrılan yer doldu da, neredeyse taşmak üzere. O yüzden burada bir noktalı virgül koyalım, ve devamını önümüzdeki sayıda konuşalım.
Metin Karabaşoğlu'ın Yazısı.