Ayakkabısı olmayan çocuklar sıraya girip dağıttığımız şekerleri aldılar. Kiminin sadece tişörtü vardı. Şanslı olanlarınsa pantolonu.

Güneş gökyüzünü boyarken rüzgâr nefesini tuttu. Akasya ağaçlarının üstünden süzülen balonlar gökyüzünü selamladı. Tüm canlılar  gözlerini açtı ve toprak hareketlendi. Balonun yükselmesini sağlayan alevler sabahın serinliğinde içimi ısıtırken zebralar ahenkle  yürüyor. Antilop sürüleri uçarcasına koşuyordu. Beş metre kadar mesafeyi havada süzülerek aşıyor, ön ayakları yere temas eder etmez yeniden arka ayaklarıyla kendilerini ileri atıyorlardı. Gözlerimiz utangaç leoparı aradı. Bir gün evvel jiplerimizin gürültüsünden  kaçıp, yalnızlığı tercih eden leoparı safaride görmek nasip olmamıştı. Balonun rüzgâra kendini teslim etmesi onu da doğanın bir  parçası yapmıştı. Çalılar arasında keyifle gerinen leoparı ilk gören sevinçle işaret etti. Safaride nadir hayvanları görmek gurur  kaynağı, böbürlenme sebebiydi. Temmuzdan Ekime kadar aldığı yağışla yeşeren Masai Mara’nın Serengeti’den gelen pek çok vahşi  ziyaretçisine rağmen Mara bir aslan krallığıydı.

Sepet akasyaların tepesine süründüğünde bacağımda keskin bir acı hissettim. Ağaç dalı hava deliğinden içeri girmiş ve bula bula  beni bulmuştu. Sessizliği bozan çığlığım önce sepettekileri korkuttu daha sonra da antiloplar, ceylanlar ve babunlar kaçışmaya  başladı. Ağaçların üstünden iki zürafa boynunu uzattı. Sessiz olalım hayvanlar kaçmasın derken, doğal olarak ortaya çıkan cümbüş  sepetteki gençleri daha mutlu etti. Balon toprak zemine inerken Masai Mara’nın en gözde doğal park ünvanını gerçekten hak ettiğine  kanaat getirmiştim. Yer ekibi balonu toplarken Afrika’nın ortasında akasya ağacının altına kurulmuş kırmızı örtülü piknik soframıza  doğru yola çıktık. Mükellef kahvaltımızı ederken hayvanlardan bizi ayıran bir tel bile yoktu. Sadece onların yaşam alanlarında  bulunmuyorduk. Doğal ortamın itinayla korunduğu Masai Mara’da kamplar elektrikli tellerle çevrilerek güvence altına alınmıştı.

Kaldığımız kamp çadırlardan oluşmaktaydı. Fermuarı açıp içeri girdiğimiz odada perdeyle ayrılmış modern bir duş ve tuvalet ayrıca  dört direkli tüllerle çevrili romantik bir karyola hatta buzdolabı ve kahve makinası bulunsa da kapısı penceresi olmayan bir  çadırdaydık. Çadırın hemen önündeki terasa kimi zaman bir maymun kimi zaman da köpek büyüklüğünde bir kertenkele ziyarete  geliyordu. Önümüzdeki derin yarıktan akan nehrin sularında su aygırları tembel tembel oturuyor. Vücutlarından beklenen gür sesler çıkarıyorlardı. Şezlonglara uzanıp kahvemi yudumlarken daha önce hiç görmediğim bir ağaç dikkatimi çekti. Odunsu gövdesinin  üstünde kaktüsleşen bu ağaca bir de sarı devasa çiçekleri açmış bir sarmaşık sarılmıştı.

Tam gece yarısı jeneratörler susup kamp karanlığa büründüğünde sadece duyulan doğanın sesiydi. Erken saatlerde çalar saatin tiz  sesi yerine bir su aygırının homurtusu veya kuş cıvıltılarıyla uyandık. Kalabalık grubumuzdan sadece kardeşim, oğlu ve kızım sabah  erken saatlerde bisikletle safari yapmaya cesaret edebilmiştik. Kimisi tatlı uykusundan kimisi de güvenlik açısından bize  katılmamıştı. Pek çok antilop çeşidinin yanından geçtik. Sabah kahvaltısını toplayan babunun üstüne tırmanmaya çalışan yavrusu  tokadı yiyerek yere yuvarlandı. Yaban öküzü diye Türkçeye çevirebileceğim gunular yeri göğü inleterek yolumuza çıktıklarında rehberimiz bizi durdurdu. Sürüye yol verdik. Kampa döndüğümüzde yorgun ama mutluyduk. 

Kahvaltıdan sonra tüm grup yerlilerin köyüne ziyarete gittik. Bu köy turistlere örnek için yapılmış var olmayan bir köy değildi.  Afrika’daki köy yapısı buydu. Merkezde ağıl, her şeyden değerli olan hayvandı. On öküzü olan ikinci hanımı alabilirdi. Hayvanı  olmayansa bekarlığa mahkumdu. Ağılı saran evler ve hepsini sarmalayan korunmak için yapılmış çitler. Ev gerçekten ev miydi?  Sadece başını sokabileceğin bir yer mi? İki hanımı beş çocuğuyla sığıştığı kerpiç mağaramsı yapının içinde çamurlu iki bidon, öküz  derisi gerilmiş dört bacaktan oluşan iki yatak ve yere kazılmış ateş yakma çukurundan başka hiçbir şey yoktu. Evden dışarı  çıktığımda elimdeki yarı içilmiş pet şişeden gözünü alamayan miniğe gülümsedim. Yavaşça uzandı, şaşkınlıkla inceledi berrak suyu. Şişe el değiştirir değiştirmez kahkahalar atarak içti ve özenle sakladı yeni matarasını. Ayakkabısı olmayan çocuklar sıraya girip  dağıttığımız şekerleri aldılar. Kiminin sadece tişörtü vardı. Şanslı olanlarınsa pantolonu. Dört beş yaşlarında kırmızısı solmuş  fırfırlı saten elbisesiyle bir kız çocuğu koşarak katıldı gruba. Sümüklerini umursamadan sokuldu yanıma. Biraz oynadıktan sonra  yorgun düştü çömeldi. İç çamaşırı kadar elzem bir kumaş parçasına bile sahip olamayan bu çocuk kırmızısı solmuş fırfırlı saten  elbiseye mahkûm bir oğlandı.


Hande Berra'ın Yazısı.