Saat…

Her saatin bir hikâyesi vardır muhakkak. Fransız devriminde ilk önce saatleri kurşunlamışlar. Saat kulelerine ateş açmışlar. Kendi zamanları akmıyorsa, başka zamanlar dursun diye belki de. Bu ilginç bir saat hikâyesidir. İçinde saat olmayan saat hikayeleri de vardır. Platonov anlatır. Ruslar savaş esnasında bir sala darağacı kurup ırmağa bırakırlarmış. Bu, ‘gezici tehdit’tir. Yani ölüm size yaklaşıyor, ölüm kıyınızdan geçmek üzere mesajı barındırır. Belki bu, pek çok saat hikâyesinden daha fazla bir saat hikâyesidir.

Eşya…

Eşya ile olan bağ ya çok kopuk günümüzde ya da çok kuvvetli... Eşya ile ondan ayrılamayacak, onu biriktirip, onu kutsayacak kadar aşırı bağ kuranlar da var. Onu hiç’e indirgeyip hayatlarını bir hiç olma üzerine kurgulayanlar da var. İster sembolist, ister animist, ister diğer ruhçu yaklaşımlara göz atın, isterseniz “Uhud bizi sever, biz Uhud’u severiz” düşüncesine gidin karşınıza eşya ve insan arasındaki var olan bağdan ziyade bu bağın niteliği çıkar. Modern insan eşya ile daha fazla iç içe olmasına rağmen, biriktirmeye, paylaşmamaya, markaları kutsamaya bu denli çaba sarf ederken, hatta yalnızlığı sayesinde eşyaya bu kadar yaklaşmışken, manevi bir eğitimden geçmediği için eşyanın hakikatini keşfedemez, keşfedemediği gibi etrafında olan eşyaların hakikatini de bir bir yitirir.

Vuslat…

“Kulum bana bir adım atarsa, ben ona koşarım” kutsi hadisi üzerinde iyi düşünmek gerekir. Zamandan ve mekandan münezzeh olan Rabbimizin elbette koşması düşünülemez. Bu koşma nasıl bir koşmadır o halde? Eşyayı, imkanları, insanları ve en önemlisi zamanı kulum için koştururum diyor belki de Rabbimiz (Allah’u Alem). Böylece hepsi insanın lehine döner, zaman bile. Böylece Rabbimiz ile aramızdaki muhabbet mesafesi, vuslat yolu kısalır. Yaklaşılır. Dünyanın bizzat kendisi insan için bir vesileye dönüşür.

İnsan…

Herkes kendisindeki cevheri keşfederse onunla bir değeri, bir özelliği ayakta tutar. O cevheri keşfedemeyen yerlerde sürünmeye mahkûmdur. Kimi cömerttir, kimi dürüsttür, kimi güçlüdür, kimi duygusaldır. Bunun dışında farklı kabiliyetlerimiz, yeteneklerimiz, eğilimlerimiz var. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Tebük Seferi’ne çıktığında, aceleci ve tez canlılığı ile bilinen Ebu Zer Hazretleri ona yetişememişti. Devesi zayıf düşünce eşyasını sırtlanmış ve yürüyerek çölü aşmaya başlamıştı. Peygamber ordusu uzaktan gelen bu tek kişiyi Efendimize haber verdi. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurdu “O, olsa olsa Ebu Zer’dir.” İşte mesele budur. Hangi devirde yaşarsak yaşayalım bizim için “olsa olsa odur, bu işi olsa olsa o yapar” dedirtecek hangi hasletlere sahibiz. Hangi ayetin hangi sünnetin hangi değerin acelecisiyiz ve tez canlısıyız buna bakmak lazımdır. Elbette tüm dünyayı kurtaramayız ama bizi diğerlerinden ayıran bir yönümüz ve o yönümüzün merhem olduğu bir çevremiz muhakkak vardır. Mesele o yönü bulmak ve parlatmaktadır.

Yenilgi…

Bir kez kaybetmişler, yenilgiyi bir kez tatmışlar uca veya dibe doğru yol alırlar. Ya ruhun en koyu en siyah diplerinde gezinirler yahut dünyanın geçici oluşunu derinden hissederek dünyaya meyillerini törpülerler, yoğunluğun onları yüzeyde tutmasına müsaade ederler. Biz din büyüklerinin kucaklarında çocuklarının cansız bedenleri olduğu halde “Rabbim bu kayıp ancak seninle aramdaki muhabbeti artırır” deyişlerini biliyoruz. Her yenilginin her kaybedişin eşiğinde isyan paspası vardır. Ya ona basar o küçücük paspasta bir ömür tüketirsiniz yahut atlar geçersiniz. Kaybedişler ve yenilgiler böylece bizi olgunlaştıran, muhabbete muhatap hale getiren vesilelere dönüşür.

Sanat…

Her sanat dalı insanı yükseltir. Ama iyi sanat insanı yükseldiği yerde yalnız bırakmayandır. O halde yükseldiği yerde okurun ellerini bırakmayacak olan şey, yazarın ellerini bırakmayacak olan şey ile aynıdır. Hakikati zikretmek, dile getirmeye çalışmak ellerimizden tutar. Teknik, biçim, anlatım veya içerik elin parmaklarıdır. Ama bu parmakların size doğru uzanıp elinizi kavraması için gerekli olan; hakikattir. Zikrullah üç bin yıllık mesafeden düşmanın kalbine korku salar derdi anneannem. Hakikati anmak, hak üzere durmak, hakkı teslim etmek, hile ve düzenbazlığa uzak hakikate yakın olmak en büyük silahıdır inanan insanın.

Yazmak…

Her sanatçı tanımak, araştırmak, bulmak ve bulduğunu ortaya koymak gibi yollardan geçer. Önce içinize bir his düşer, onun varlığına inanırsınız, içinizde gezinen bu hissi tanırsınız ama ortaya koyamaz, anlamlandırmaz, açıklayamaz, anlatamazsınız. Bu durum içsel bir savaş doğurur. Bazı eserler bu içinde olanla tanışma ile alakalı olduğu için kapalı, incitici, duygusal olabilir.

Tanıştığınız, içinizde olan bu hissi araştırmaya başlarsınız sonra, başınızı kitaptan kitaba vurursunuz. Bu his ile sizden önce tanışanları, onların akamayışını, kıvranışını, sancısını okur ortak olursunuz. Bu araştırmalar sizi keşfe, buluşa götürür. Baş edişe, baş eğdirişe götürür. Tanıştığın duyguyu ifade için bir yol arayışı başlar. Bu nasıl anlatmalıyım’a götürür. Bu tekniktir, biçimdir, şekildir. En zoru ise bir değer ortaya koymaktır.

Bunca kitaptan kaçı bu aşamaları geçmiştir. Kaçı bulmuştur, kaçı bulduğunu ortaya koymuştur? Kaçı kendi öğrendiğini ifade etmeye çalışırken itici hale gelmiştir. Benim yazdıklarım da öyle midir?

Okumak…

Her parçanın bir hakikati vardır. Her anın da öyle. Ama onu okuyan ile buluşmaz ise yitip gider. Tıpkı tarihi kapıların alınlıklarında yazan kitabeleri okumak gibi. O yazıları okuyabilecek birikime sahipseniz kapı nesne olmaktan çıkar. Ruhu, anlamı, duygusu, tarihi ile bütünleşir. Böylece girdiğiniz yer de çıktığınız yer de basitleşmez. Her “an” bir kapıdır. İyi okunmazsa sizi sadece kendi basitliğinize çıkarır.

Kusursuz Yenilgi…

Geçenlerde bir film izlemiştim. 60’lı yılların Amerika’sını anlatıyordu. Mahallede bir kötü vardı, Gangaster. Mahalleyi bırakıp gitmeme sebebini kendinden daha kötüsü gelip yerleşmesin diye açıklıyordu. Bu onu iyi yapmıyor elbette, adam kötü olmaya devam ediyor. Bunun gibi. Hazır yenilen biri varken başka biri daha neden yenilsin. Bunu istememek, başkalarını değerlerimizin içine çekerken yenilgilerimizin içine çekmemek, yenilgimizi kusursuz kılıyor.


Ayşegül Genç'ın Yazısı.